Hiç öyle rüzgâra kapılıp da "algı operasyonunun" zokasını yutacak değilim. Gerçeklere değil, algılara göre hareket edenlere şaşırmak ve hatta "yuh artık" demek de en doğal hakkım. Bu ülkenin 80 milyonda bir hissedarıyım ve herkes kadar da söz hakkım var. Bunu kullanmaktan da geri durmayacağım. Kimin işine gelip gelmediği de umurumda değil. Bunları yazmamın basit bir sebebi var; kimin işine gelmeyen bir kelam edersen anında "düşman", "hain" ilan ediliyorsun. Türkiye, yüzde 50'şerlik iki cepheye bölünmüş vaziyette. Toplum olarak başta insanî olmak üzere, büyük bir ahlâki çöküş yaşıyoruz adeta. Çevrenize dönüp bir bakın, hiç bir etik çerçeveye sığmayan şeylerin nasıl ve ne tür argümanlarla kutsallaştırıldığını siz de görebilirsiniz. "Bal tutan parmağını yalar" sözünü daha sık duymuyor muyuz artık?

Hazreti Ömer'in, şahsi işini yapacağı zaman devletin kandilini kullanmadığı kıssayı bir kenara bırakıp, "O kuzu da Dicle'nin kenarında dolaşıp durmasaydı. Gidip onun çobanlığını mı yapacak bunca işin arasında" diyeceğiz neredeyse...
Bu sözleri hemen ABD'de görülen Rıza Sarraf olayıyla veya Man Adası merkezli tartışmalarla ilişkilendirip dar alana hapsetmeyin lütfen. Ahlâki çöküş, toplumun her alanında uç vermiş, çıbana dönmüş durumda. 

Kendimi hiç bir siyasi cepheye, hiç bir şahsa göre konumlandırma mecburiyetim yok. Yok, çünkü kim dost, kim düşman içinden çıkmak mümkün değil. Olayları dosta düşmana göre ele almak da başka bir garabet... Öyle yapmaya kalksak bile, dün "hayırsever işadamı" ilan edilip ödüllendirilen şahıs için, bugün "İşbirlikçi, ajan... Canı cehenneme" diyor ödül töreninde alkış tutanlar.

Dün "muhterem" olanlar bugün "haşhaşi", dün "hizmet eri" olanlar bugün "eli kanlı terörist", dün "vatanın en kritik kurumlarını emanet edilecek güvenilir insanlar" bugün ABD işbirlikçisi, hatta ABD'yi bile etki altına alacak kadar yaygın bir "habis ur" değil mi? Daha birçok örnek var.

Çıkın işin içinden çıkabilirseniz...

* * * 

İran'a konulan ambargonun tarihçesi çok eski. Ama biz 2006'da BM'de yapılan oylamayla yürürlüğe konulanı milad alalım. Londra'da bir araya gelen BM Güvenlik Konseyi'nin 5 daimi üyesi ve Almanya (5+1) İran'ı nükleer silah yapmaya yönelik çabalarda bulunmakla suçladı. İran'ın iki siyasi müttefikinden Rusya kararı onaylarken Çin çekimser kaldı. 2006'dan itibaren İran bankaları "terörizm" suçlamasıyla ardı ardına ambargo listesine alındı. 2007'de bankalara 27 İranlı işadamı ve bazı kuruluşlar da eklendi. 2010 eylül ayında bazı İranlı iş adamlarının banka hesapları bloke edildi ve ihracatları engellendi. 2011 sonlarında İran Merkez Bankası ambargo kapsamına alındı. Obama dönemi, İran'la ilişkilerin yumuşaması beklentisini doğurmuştu. Türkiye o dönemde daha aktif devreye girdi. İran'ın petrol ve gaz parası Türkiye'deki bankalarda bloke edilecek, İran ihtiyaç duyulan "yaşamsal" tüketim maddelerini Türkiye'den alacak, ödemeyi de bankalardaki hesaptan yapacaktı. İran'a nakit ve nakit yerine geçecek şekilde bir sevkıyat yapılmayacaktı. Türkiye'ye 1,5 yaşında gelen, babası kuyumuculuk şirketi sahibi Rıza Sarraf, İran devleti tarafından "hayali işlemlerle" Tahran'a nakit ulaşımını sağlayan bir "organizasyonun" Türkiye ayağı oldu. 

Şimdi ABD'de kurulan "ambargonun delinmesi" ile ilgili mahkemede ilginç iddialarda bulunuyor. "Rüşvet verdim" diyor, isim ve miktar belirtiyor.

Peki doğru mu, yoksa "itiraf" denilenler "iftira"dan mı ibaret?

Türkiye Cumhuriyeti'nin bankası Halkbank'ın tutuklu Genel Müdür Yardımcısı'nı savunması için tuttuğu bir avukat var mahkemede. Hayli pahalı bir avukat ve ücretini kamu parasıyla ödüyoruz. Adı Victor Rocco... Duruşmanın ilk gününde Acem ajanı mı, ABD ajanı mı henüz netleşmeyen Rıza Sarraf'ın Türkiye'de rüşvet çarkı kurduğunu söyledi. Rüşvet alanın, davanın tek sanığı Hakan Atilla değil, o dönemin Genel Müdürü olduğunu vurgulayan avukat Rocco, "Atilla suçsuz, asıl suçlu Süleyman Aslan" dedi...

İran, Babek Zencani ve Ahmedinejat'ın ekibinden bazı isimleri yargılayarak elini ayağını yıkayıp kenara çekildi. Rıza Sarraf'taki parasını kurtarmak için "özel ekip" görevlendirdi. 

* * * 

Rıza Sarraf'ın hayatı, İran'ın "buharlaşmış" parasını ödemediği sürece tehlikedeydi. Artık şu soruyu hükümetin üst düzey isimleri de dillendiriyor: Sarraf'ın ABD ajanlarıyla Türkiye'de pazarlık yaptığı güçlü ihtimal. ABD'ye giderken eşi ve çocuğunu yanına alması da kamuflaj... Sarraf'ın ABD'ye gitmesine kim, nasıl göz yumdu?"

Önemli bir soru. Çünkü "istihbarat zaafiyeti" kadar, öngörüsüzlük, rehavet ve hatta "laçkalık" sözkonusu... Bakalım bunun sorumluluğu kime yüklenecek?

Diyelim ki, İran içimize bir "ajan" yerleştirdi. Daha doğrusu içimizdeki yüzlerce ajandan birine ambargoyu delme görevi verdi. Bunu anlamamak ve hatta o ajanı baş tacı yapmak da bir zaafiyet, sorgulamamız gereken bir tuhaflık değil mi?

İran'ı o dönemde yönetenler, kendi devletinin menfaatleri doğrultusunda bizim zaafiyetlerimizi mi kullandı? ABD, "Türkiye'ye dönük hesaplarımızda işimize yarar, bırakın onlar hiç kimsenin hiç bir şey bilmediğini zannetsin" mi dedi? Sahi, İran bu işin neresinde?

Her halûkarda vahim bir durum var ortada. Komplonun sebebi, Rusya ve İran'la yakınlaşmamız, Ortadoğu'da "yancılık" görevimizin bitmesi de olabilir elbette. Ama zamanında 5-10 kişinin ödemesi halinde kapatılacak bir hesabın, bugün 80 milyonun önüne konulmasını kabullenmek hiç de kolay değil...