Yunus’u bir yazıya sığdırabilmek çok büyük ustalık ister. Ya da bir şiirin içerisine,  bir yıllık felsefe öğretisi sığdırmaya benzer ki, bu ancak Yunus’a özgü bir yetenektir. Oysa benim ne öyle bir ustalığım, ne öyle bir yeteneğim var. Olsa olsa okyanustan birkaç damla aktarabilirim.

Yunusla ilgili bilinmeyenler, bilinenlerden çok. Öncelikle Yunus nerede, ne zaman doğmuş, ne zaman ölmüş. Bu açık seçik bilinmiyor. Ancak, çeşitli kayıtların yorumlanması ve bazı yörelerin içten ve kararlı sahiplenmesi ile kimi varsayımlar, daha çok kabul görmeye başlamış.

Gerçek olan şu: Yunus Emre, Anadolu'da birliğin bozulduğu, Moğol ordularının yakıp yıktığı, insanların umutsuzluğa kapıldığı bir dönemde, şiirleriyle bir sevgi seli oluşturan, sevgi ve hoşgörü gibi evrensel değerleri aşılayan, 13 üncü Yüzyıl Anadolu’sunun manevî mimarlarından bir Türkmen dervişi.

GERÇEK DERVİŞ KİM?

Günümüzde anlaşılan elde tespih, dilde dua, her şeyden elini ayağını çekmiş derviş modeliyle, Yunus’un dervişliğinin ilgisi yok. Yunus’un dervişliği bir görev ve insanlık sanatı. Yunusça derviş olabilmek, kötü düşüncelerden arınmak, mal, mülk hırsından sıyrılmak, sen-ben kavgasından uzak kalmak, insana ve insanlığa hizmete soyunmak, tanrı ve insanlık yolunda çaba göstermek gerektirir.

"Dervişlik dedikleri, hırka ile taç değil.

Gönlünü derviş eden, hırkaya muhtaç değil."  diyor Yunus.

Yunus’un dervişliği gönül yapma sanatı. Gönül kırmamak, hiçbir canlıyı incitmemek, gönül almak, büyük taslamamak, geçimli olmak, bilgili olmak gibi kavramları Yunus’la özdeşleştirebilirsiniz. "Herkes ayıbını ve kötülüğünü görebilmeli ve bunları düzeltmek için çaba göstermelidir" diye düşünür ve der ki:

"Bir kez gönül yıktın ise,

Bu kıldığın namaz değil.

Yetmiş iki millet dahi,

Elin yüzün yumaz değil"

Tasavvuf ve halk edebiyatımızda 13. yüzyıldan yakın yüzyıllara kadar, Yunus adlı bir çok ozanın yaşadığı ve bunların şiirlerinin bir birine karıştığı söylenilir. Olabilir. Ama ulusumuz onlarca Yunus’tan bir tek Yunus Emre var etmiş. Yunusların hiç birinin belki kemikleri kalmamıştır ama, manevî olarak var edilen Yunus, iki kulvarda  yaşamını sürdürüyor. Bu kulvarlardan birine tasavvuf bilim dünyası, diğeri halkın kalbi, belleği, söylenceleri diyebiliriz.

13. yüzyıl ve sonrası Anadolu’nun manevî dünyasında iki cazibe merkezi var. Biri Mevlânâ örneği mutasavvıfların dergah ve medreseleri, diğeri Hacı Bektaş benzeri alperenlerin tekkeleri.. Medreseler mürekkep yalamışların devam ettiği öğreti merkezleri olurken, eli saban ve yerine göre kılıç tutan halkın aydınlanma merkezi tekkeler olmuş.  Medreselerde o dönemin modası olarak Arapça ve Farsça ile okuyup yazma ezberleme  etkin olurken, tekkelerde Türkçe’den şaşılmamış, ezber yerine söyleşerek, uygulayarak eğitim verilmiş.  

Yunus, kendi eğitim amacını açık seçik şöyle ortaya koymakta:

"İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir

Sen kendini bilmezsen; bu nice okumaktır?

Okumaktan ma'na ne; kişi, Hakk'ı bilmektir

Çün okudun bilmedin, ha bir kuru emektir."

Yunus’un bu hali, ümmi, okuryazar olup olmadığı tartışmalarını gündeme getirmiş.  Onun, “Âşık-ma'şuk birdir bile,/  Aşktan gelir her menzile/ Biçare Yunus ne bile,/ Ne kara okudu ne ak." dizelerine dayanarak, bazıları okuma-yazma bilmez bir ümmî âşık olduğu savunur.  Oysa Yunus iyi bir eğitim gördüğünü, devrinin iç ve dış dünyaya ilişkin  bilimlerini bilenlerden olduğunu şiirlerinden anlıyoruz.  

Yunus, ümmî olmakla övünüyor. Ama bu ümmilik başka.  Tanrı’nın  bilgisi karşısında bilgisizliğe; insanın ekilmemiş tarla, yazılmamış kâğıt gibi temiz olmasına tasavvufta ümmilik denilmekte.

Yunus’un iki kulvardı yaşadığını belirttim. Her kulvar yunusu kendi dünyasına götürmek istemiş. Medrese kökenliler, Yunus’un ölümünden sonra düzenledikleri divanını, ve Risalet-ün-Nushiyye’sini kendilerince yorumlamışlar, bir anlamda Yunus’u zamının modasına uyarak Araplaştırmaya, tasavvuf yolunu da Mevlâna’ya bağlamaya çalışmışlar. 

Diğer kulvar, Yunus’u Hacı Bektaş’a ve oradan da halkın kalbine götürmüş, halkla bütünleştirmiş.