ABD'nin 11 Eylül 2001 senaryosuyla "bahar" diyerek tüm İslâm coğrafyasına taşıdığı "yaratıcı kaos" Türkiye'yi de etkisi altına almaya başlayınca, coğrafyaya ve yaşananlara bakışta da değişim kaçınılmaz oldu. Önceden "Müslümanların savaşı" olarak coşkuyla karşılanan ve hatta milyonları cepheye koşmak için hazır hale getiren "kirli savaş"ın, aslında "Herşey İsrail için" temelli yürüdüğünü de idrak etmeye başladık. 

"Arap baharı" diye çıkılan yolun nereye gittiğini, 17 yılın sonunda Ortadoğu'nun ne hale geldiğini kısaca özetlemezsek, İslâmi hassasiyeti güçlü insanlar bu savaşın "kutsal" olduğuna inanmaya devam edecek.

Çeyrek asır önce İsrail, Filistin topraklarında ve 3 dinin kutsal merkezi Kudüs'te bu kadar pervasız ve cüretkâr davranamıyordu. Filistin ve Lübnan'daki Hizbullah yanında, Saddam Hüseyin'in Irak'ı, Muammer Kaddafi'nin Libya'sı, Esad ailesinin Suriye'si ile Humeyni İran'ı karşısında büyük bir tehdit olarak duruyordu çünkü. Dünyadaki tek "sülale devleti" olan Suudi Arabistan ile "Vahhabi çetesi"ne üye kuzenleri de, İslâm coğrafyasındaki otoritesini sürdürmek için İsrail'e karşı diplomatik açıklamalarla yetiniyordu. Suud istihbaratı eliyle, Afganistan'daki SSCB'ye (şimdiki Rusya) karşı kurulan El Kaide'nin lideri Suud zengini Usame Bin Ladin yaşıyordu... ABD bayrağı sadece Afganistan'da dalgalanır hale gelmişti El Kaide sayesinde. 11 Eylül 2001, El Kaide bahanesiyle ABD'nin tüm İslâm ve Ortadoğu coğrafyasına çöreklenmesini sağladı. Afganistan'ın ardından bütün siyasi liderleri suikastlerle ortadan kaldırılan Pakistan da ABD'nin yörüngesine girerek imtiyazlar verdi. Pentagon'a bağlı kuvvetler, Pakistan topraklarını (İran'a yakın noktalar) üs haline getirdi.

* * * 

Şimdi İsrail'in çekindiği ne çılgın Muammer Kaddafi var, ne de eski CIA elemanı Saddam Hüseyin... İsrail'in, Filistin topraklarının tamamını yutup, Lübnan'ı da arka bahçe yaparak Fırat'a kadar uzanmasının önünde iki engel vardı: Suriye ve İran... İkisi de yıkılmadı ve ayakta duruyor. Şam yönetimi, Irak'la savaşırken Tahran'dan hiç bir desteğini esirgememiş, İran ekonomisini ayakta tutmak için tüm enerjisini oraya akıtmıştı. Şimdi İran yönetiminin "İran fakirlikten kırılsa da Suriye'yi yalnız bırakamayız" deyişinin sebebi de o dönem işte... Mezhebi dayanışmanın ötesinde aynı zamanda "tarihi vefa borcu" olarak bakmak lazım olaya.

İran ve Rusya sayesinde Beşar Esad'ın koltuğunda kalacağı kesinleşti. ABD ve Batı ülkeleri de bunu kabul ediyor ve "masa altı" diplomasisi ile Şam yönetimiyle temaslarını hızla geliştiriyorlar. Özellikle Avrupa ülkeleri...
Esad, son dönemde hızla hakim olduğu toprakları genişletti ve önceden neredeyse yüzde 25-30'una sahip olduğu bölgeyi Suriye'nin yüzde 70'ine kadar çıkarmayı başardı. 

* * *

Son olarak İsrail sınırında, Golan tepelerinde bulunan IŞİD ve radikal silahlı grupları temizledi ve ülkenin güneyi ile güney batısını terörden arındırdı. Guta'yı daha önce hakimiyeti altına almıştı.

Şimdi Esad için sıra İdlib'e geldi. Bu konuda kararlı. Çünkü, diğer ele geçirdiği bölgelerdeki silahlı grupların Suriyeli olanlarından bazıları ya teslim olup affedildi ya da İdlib'e gitmeyi kabul etti. Suriye devleti ile vardığı anlaşma çerçevesinde İdlib'e gidenler arasında yabancı savaşçılar çoğunlukta. Orta Asya ülkelerinden gelen bu yabancı savaşçılar İdlib'de kendi aralarında hakimiyet savaşına da girdi geçtiğimiz aylarda. Şu anda bir "hakem" nezaretinde uzlaşmış ve tek çatı altında birleşmiş gibi gözüküyorlar. Ama hepsinin "ideali" IŞİD gibi bir yapıyı kurdukları topraklarda yaşamak...

Türkiye, İdlib'de Rusya ve İran'la birlikte "gözlemci" hatta "garantör" olarak askerlerini bulunduruyor. Astana sürecinde Türkiye'nin üstlendiği rol "İdlib'de önceden bulunan ve sonradan gelen siyasal İslamcı kılıklı teröristlerin ıslah edilmesi" gibi kritik ve önemli.
* * * 
Moskova, Tahran ve Şam, İdlib'i bu gruplardan kurtarıp, yönünü Rakka'ya çevirme hazırlığı yapıyor. Suriye PKK'sı ile görüşmeleri de bu çerçevede yürütüyor Şam yönetimi. İdlib'deki sorun, Suriye vatandaşı olan silahlı militanlar değil Esad için. Onlarla Guta dahil diğer bölgelerde Rusya garantörlüğüyle pazarlıklar yaptı ve sözünü tutarak güven de sağladı. Geçmişini silip, normal vatandaş olarak yaşamalarına ya da Suriye ordusuna katılmalarına izin verdi. Gelecekte ne olur bilinmez.

Asıl sorun, sayıları 20 bini bulduğu söylenen yabancı savaşçılar. Aileleriyle birlikte bu sayı katlanarak büyüyor. Ellerinde tanktan, uçaksavara kadar ağır silahlar var bu grupların. Geldikleri ülkeler de onları kabul etmiyor ve adeta "imha edilmesi" için Şam'a telkinde bulunuyor.

İdlib, Hatay'ın çevresini kuşatan bir bölge. Orada yaşanacak savaşın şiddetinin Hatay'ı etkileyeceğini, olası bir "sivil görünümlü savaşçı" göçünün, "yaratıcı kaosu" ülkemize taşıyacağı da muhakkak. 

Şam yönetiminin Rusya ve İran'la yapacağı İdlib harekâtında en büyük risk Türkiye'nin. Ve bu riskin sıfırlanması için Astana masasının dört bacak üzerinde yıkılmadan durması gerekiyor: Moskova, Ankara, Tahran ve Şam...

"Hayalperest" ve hatta "imkansız" bulanlar çıksa da TBMM'den bir heyetin Şam'ı ziyaret etmesi fikrinde bu yüzden ısrarcıyım. 
"Ne Şam'ın şekeri, ne Arap'ın yüzü" diyerek hiç bir yere varamayız çünkü.