Hepimiz bir nehrin kenarına oturmuş, su gibi akan tarihi izliyoruz. Elbette farklı farklı görüyoruz akan suyun rengini de yansıttığını da. Bu bizim aynı zamanda zenginliğimiz. Suyun bulandırıldığı anlarda bu zenginlik büyük ayrılıklara, acılara da yol açabiliyor. Yakın tarihimiz bunun sayısız örnekleriyle dolu. 12 Eylül öncesinde ülkenin gençlerinin fikir mücadelesi yerine ideolojik çatışmasından tutun da, çok profesyonelce kurgulanmış Çorum ve Maraş olaylarına kadar, Madımak Oteli ile Başbağlar felaketlerinden, 6-8 Ekim provası ve 15 Temmuz kahpeliğine çok şey yaşadık. Şöyle bir hafızanızı tazeleyin bakalım. Hangimiz bu olayların öncesinde ihtimal veriyorduk ki yaşananlara. Olacakları haber veren olsaydı bile gülüp geçmez miydik?

Peki, olduktan sonra yeterince ders alabildik mi acılarımızdan. Hayır... Acıları yarıştırdık ve yine tek taraflı suçlu arayışına girdik. "Dış güçler" elbette tüm bunların bir yerinde vardı. Ama, onların etki alanını yok etmek yerine, varlıklarına sığınarak sorumluluğu üzerimizden atmak kolayımıza geldi.

* * *

Türkiye bir seçime gidiyor. Diğerlerinden çok farklı bir seçim bu. Çok partili sisteme geçtiğimiz 1950 seçimi gibi. Ülkeye farklı bir "sistem" getirmek için yapılan 16 Nisan referandumunda halkın yarısının onay verdiği Anayasa'ya göre bizi yönetecek kişiyi seçeceğiz. Eğer bir sürpriz yaşanmaz ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tekrar seçilirse, devlet yönetim sisteminde köklü değişiklikler olacak. Artık bakanlar Türkiye Büyük Millet Meclisi üyesi, yani milletvekili olmayacak. Yürütme yetkisi, tamamen Cumhurbaşkanı'nın elinde olacak. Cumhurbaşkanı, bakan sayısı sınırlı da olsa danışmanlarını da dahil ederek bir "yüceler meclisi" ile istişare ederek alacak kararlarını. 

Seçmen bir sürpriz yapıp sandıktan farklı bir sonuç çıkması halinde ise, diğer adaylar "parlamenter sisteme dönüş" taahhüdünde bulunuyorlar. Her ikisi de dünyanın sonu değil. 
Değil ama sanki öyleymiş gibi bir hava estiriliyor. Özellikle hırsı ile cehaleti yarışan, televizyon dizilerini gerçekmiş gibi yaşayan, duyduğu her işine gelen şeye inanan insanların dünyasında... En tehlikelisi de bu zaten.

* * *

Propaganda meydanlarında yaşanan olayları "münferit" bulabilirsiniz. Zaten sadece onlardan yola çıkarak "tehlikeli" demiyorum ben. İstanbul'un kenar mahallelerinde, eğitim ve gelir düzeyi düşük, genç işsiz oranı yüksek nüfusun yoğun olduğu bölgelerde yaşanan "kriminal" olaylar gösteriyor tehlikeyi. "Yan baktın" diye bir gencin defalarca bıçaklandığı, 5 kişinin 1 kişiyi öldüresiye dövdüğü, doğruluğuna bakılmadan bir iddia üzerine kitlelerin harekete geçip linçe kalkıştığı "polisiye" olayları da sosyolojik olarak değerlendirin lütfen.
Bir de, o meşhur "dış güçlerin" Türkiye'ye dönük planlarını, hedeflerini hatırlayın. Hepsini yanyana getirince, bazen bir kıvılcım yetiyor. Hele hele, "Türkiye ekonomisine dolarla kumpas kuran", "15 Temmuz'un arkasındaki güç", "Ülkenin bekasına dönük hedefleri olan" diye tarif ettiklerimizin, algı ajanlarıyla ne kadar etkili olabildiğini de hesaba katınca ürkmemek elde değil. Ama siz, "Bakmayın bizim beka dediğimize, dış güç dediğimize" diyorsanız orası başka. Ama 12 Eylül öncesini çok sıcak yaşamış, sonrasında yakın tarihi iyi araştırıp o karanlık ellerin ne kadar hassas kurgular yaptığını tespit etmiş biri olarak uyarılarımı ciddiye alın derim.

* * *

Yugoslavya'da rejim yıkılmadan önce Boşnak, Sırp, Hırvat bir arada yaşıyordu. Birbirine karşı duygusal bir soğuklukla yaklaşanlar elbette vardı ama, "münferit" deniliyordu bu tür ayrılıklara. Bugün, "Bir futbol maçında başlayan olaylar Yugoslavya'yı parçaladı" denilse de, aslında sadece fitilin orada tutuşturulduğunu, dinamitlerin çok kritik noktalara çok önceden yerleştirildiğini görmemek için kör olmak lazım.

Irak'ı, Libya'yı da uzun uzun anlatmaya gerek yok sanırım.

Aynı şey Suriye için de geçerli... Halkını demir yumrukla yöneten, bombalayan, kurşunlayan diktatör ile onu enforme eden yakın çevresinin görmediği, görüp de göstermediği bir ateş alttan alta tutuşturulmuş, nereden geldiği belli olmayan silahlar el altından "kenar mahallelerde" dağıtılıyordu zaten. Altyapı da hazırdı.

O altyapıyı, Gaziantep çöplüğünde naylon ve metal toplayarak geçimini sağlayan Suriyeli bir sığınmacı çok güzel anlatmıştı. Hatırlatalım:
"Biz Suriye'de peşin hükümlü ve ön yargılı yaşıyorduk, birbirimizi dışlamaya başladık, bu ayrımcılık yavaş yavaş arttı. Şiisi iktidar olduğu için kimseyi beğenmiyordu. Sünnisi çoğunluk olduğu için kimseyi beğenmiyordu, Hıristiyan'ı zengin olduğu için kimseyi beğenmiyordu. Kürdü başka beğenmiyordu, Arabı başka beğenmiyordu, Türkmeni başka beğenmiyordu. Yani hiç kimse kimseyi beğenmiyordu. Herkes dedikodu yapıp sosyal medyada küfürleşiyordu, herkes herkesten uzaklaşıyordu, herkes çokbilmişti, herkes en ahlaklı en dindar en namuslu benim diyordu. Şimdi durum değişti. Hepimiz Gaziantep çöplüklerinde birleştik. Çöp toplarken artık kimse kimseyle tartışmıyor, çöplüğe düşünce birleşmeyi öğrendik."

Suriyelilerin ders alabileceği bir örnek yoktu önlerinde. Ama biz yeterince ibretlik olaylara şahit olduk. Tarihe, sonu çöplük olan bir yola taş döşeyenler arasında yazılmayı hiç birimiz kabul etmeyiz değil mi? Eğer misyonumuz bu değilse tabii...