Eskiden kanunlarımızın hukuka uygunluğu, başka bir deyişle ülkemizin hukuk devleti olup olmadığı tartışılıyordu…

Şimdi fersah fersah yol almış olmalıyız ki, kanunların içeriğini tartışmayı bıraktık, mahkeme kararlarının uygulanıp uygulanmayacağını konuşuyoruz!

Ne yazık ki, hukuk adına konuşanların bir kısmı mahkeme kararlarının uygulanmamasını savunuyor…

Hatırlarsınız birkaç yıl önce malum açılım sevdasına Andımız’ın okullarda okunması yasaklanmıştı…

Açılan dava sonunda Danıştay, Andımız’ın tekrar okutulmasına karar verdi. Danıştay, karar verdi ancak bunu fiilen uygulayamıyor; uygulatacak güce de sahip değil.

Uygulaması gereken, daha açık ifade ile Danıştay kararı doğrultusunda Andımız’ı okutmaya mecbur olan siyasi irade kaç yıldır hiçbir gerekçe göstermeden susuyor…

Konu sadece Danıştay kararının uygulanıp uygulanmaması değil…

Hatırlarsınız 12 Eylül 2010 tarihinde yapılan Anayasa değişikliği ile Anayasa Mahkemesine bireysel başvuru hakkı verildi. Aynı değişiklikle bireysel başvuru sonucu Anayasa Mahkemesi tarafından verilen kararların idare ve mahkemeler için bağlayıcı olduğu hükmü de getirildi. Başka bir deyişle herkes Anayasa Mahkemesi kararlarına uymaya mecbur…

Anayasa Mahkemesi bir karar veriyor, hak ihlali var diyor, yeni bir karar verilmesi için dosyayı ilgili ağır ceza mahkemesine gönderiyor. Ağır ceza mahkemesi, Anayasa Mahkemesinin kararına uymuyor…

Olayları siyasi açıdan ve kişisel bazlı değerlendirirsek hiçbir sonuca varamayız.

Çünkü herkes kendi tuttuğu tarafı savunacak, kimin gücü yeterse o galip gelecek!

Hukuk değil güçlü olan kazanacak… Asıl tehlikeli olan da budur. Hukukun gücü yerine güçlünün hukuku hakim olursa adaletten bahsedebilir miyiz?

Anayasa Mahkemesinin veya herhangi bir mahkemenin kararını beğenmeyebilirsiniz, eleştirebilirsiniz, hukuka aykırı olduğunu da savunabilirsiniz…

Hukuka ve kanunlara aykırı, kamu vicdanını yaralayacak şekilde verilmiş birçok mahkeme kararı olduğunu hepimiz biliyoruz.

Ancak hiç kimse ben bu kararı beğenmiyorum diyerek uygulamama veya uymama hakkına sahip değil…

Sıradan vatandaş da uymak zorunda, siyasi irade de uymak zorunda, muhalefet de iktidar da, herkes uymak zorunda…

Birileri istediği kararı uygulayıp, istemediği ve beğenmediği kararları uygulamazsa hukuk duvara toslar…

Haktan hukuktan adaletten bahsedemeyiz.

Hukuksuzluğun, kanunsuzluğun, adaletsizliğin önü açılmış olur…

Kanunlar ve mahkemeler zulüm aracına dönüşür…

Gücü elinde bulunduran herkes veya güçlü olanlar kendi kurallarını koyar, güçsüzü ezer…

Hukuksuzluk hukuk olur…

*****

Padişahın işi ne?

Sultan Murad Han o gün bir hoş ve telaşlıdır.  Neşeli deseniz değil, üzüntülü deseniz hiç değil. Veziriazam Siyavuş Paşa sorar:

- Hayrola efendim, canınızı sıkan bir şey mi var?

- Akşam garip bir rüya gördüm.

- Hayırdır inşallah!

- Hayır mı şer mi öğreneceğiz. Hazırlan, dışarı çıkıyoruz.

Molla kılığında yola çıkarlar. Padişah hâlâ gördüğü rüyanın tesirindedir. Beyazıt’a çıkar, döner Vefa’ya, Zeyrek’ten aşağılara sallanır. Unkapanı civarında soluklanır. Etrafına dikkatle bakınır. Yerde yatan bir ceset gözlerine batar. Ahaliye sorarlar:

- Kimdir bu?

- Aman hocam hiç bulaşma, ayyaşın biri!

- Nerden biliyorsunuz?

- Müsaade et de bilelim, kırk yıllık komşumuz...

Bir başkası tafsilata girer:

- Aslında iyi sanatkârdır. Azaplar Çarşısında çalışır. Nalının hasını yapar. Ancak kazandıklarını içkiye, fuhuşa harcar. Hem şişe şişe şarap taşır evine, hem de nerde namlı mimli kadın varsa takar peşine.

Hele yaşlının biri çok öfkelidir:

- İsterseniz komşulara sorun, sorun bakalım onu bir cemaatte gören olmuş mu?

Mahalleli döner ardını gider. Tebdili kıyafet mollalar kalırlar ortada!

Tam vezir de toparlanıyordu ki, padişah keser yolunu:

- Nereye?

- Bilmem, bu adamdan uzak durmayı yeğlersiniz sanırım.

- Millet bu, çeker gider. Kimseye bir şey diyemem. Ama biz gidemeyiz, şöyle veya böyle tebaamızdır. Defini tamamlamak gerek.

- İyi ya, saraydan birkaç hoca yollar, kurtuluruz vebalden.

- Olmaz, rüyadaki hikmeti çözemedik daha.

- Peki, ne yapmamı emir buyurursunuz?

- Mollalığa devam. Naaşı kaldırmalıyız en azından.

- Yapmayın, etmeyin sultanım, bunun yıkanması, paklanması var. Tekfini, telkini...

- Merak etme ben beceririm. Ama önce bir gasilhane bulmalıyız.

- Şurada bir mahalle mescidi var ama…

- Olmaz, vefat eden sen olsaydın nereden kalkmak isterdin?

- Ne bileyim, Ayasofya’dan, Süleymaniye’den, en azından Fatih Camiinden...

- Ayasofya ile Süleymaniye’de devlet erkanı çoktur. Tanınmak istemem. Ama Fatih Camiini iyi dedin. Hadi yüklenelim…

Ve gelirler camiye. Vezir sağa sola koşturur, kefen tabut bulur. Padişah bakır kazanları vurur ocağa... Usulü erkanınca bir güzel yıkarlar ki, naaş; ayan beyan güzelleşir sanki. Bir nurdur, aydınlanır alnında. Manalı bir tebessüm okunur dudaklarında. Padişahın kanı ısınmıştır bu adama, vezirin de keza... Meçhul nalıncıyı kefenler, tabutlar, musalla taşına yatırırlar. Ama namaz vaktine bir hayli vardır daha...

Bir ara vezir sıkıntılı sıkıntılı yaklaşır.

- Sultanım, yanlış yapıyoruz galiba...

- Nasıl yani?

- Heyecana kapıldık, sorup soruşturmadan buraya getirdik cenazeyi. Kim bilir belki hanımı vardır, belki yetimleri?

- Doğru, öyle ya... Sen başını bekle, ben mahalleyi dolanıp geleyim.

Padişah garip maceranın başladığı noktaya koşar. Sorar soruşturur, nalıncının evini bulur.

Kapıyı yaşlı bir kadın açar. Hadiseyi metanetle dinler. Sanki bu vefatı bekler gibidir...

- Hakkını helal et evladım, belli ki çok yorulmuşsun.

Eşiğe çöker, ellerini yumruk yapar, şakaklarına dayar... Ağlar mı? Hayır. Ama gözleri kısılır, hatıralara dalar belki. Neden sonra silkinip çıkar hayal dünyasından ve dertli dertli söylenir:

- Biliyor musun oğlum? Bizim efendi bir âlemdi, vesselam... Akşamlara kadar nalın yapar... Ama birinin elinde şarap şişesi görmesin; elindekini avucundakini verir satın alırdı. Sonra getirip dökerdi helaya!

- Niye?

- Ümmeti Muhammed içmesin diye…

- Hayret...

- Sonra, malum kadınların ücretlerini öder, eve getirirdi. Ben sizin zamanınızı satın aldım mı? Aldım, derdi. Öyleyse şimdi dinlemeniz gerek... O çeker gider, ben menkıbeler anlatırdım onlara... Mızraklı ilmihal. Hücceti İslâm okurdum...

- Bak sen! Millet ne sanıyor halbuki…

- Milletin ne sandığı umurunda değildi. Hoş, o hep uzak mescitlere giderdi. Öyle bir imamın arkasında durmalı ki, tekbir alırken Kâbe’yi görmeli, derdi...

- Öyle imam kaç tane kaldı şimdi?

- İşte bu yüzden Nişancı’ya, Sofular’a uzanırdı ya... Hatta bir gün; bakasın efendi, dedim. Sen böyle yapıyorsun ama komşular kötü belleyecek, inan cenazen kalacak ortada...

- Doğru, öyle ya?

- Kimseye zahmetim olmasın deyip, mezarını kendi kazdı bahçeye. Ama ben üsteledim, iş mezarla bitiyor mu, dedim. Seni kim yıkasın, kim kaldırsın?

- Peki, o ne dedi?

- Önce uzun uzun güldü. Sonra; Allah büyüktür hatun, dedi. Hem padişahın işi ne?

***** 

TEBESSÜM

Kapı

Hakîm odasında çok taraflı bir dava görülüyordu. Odanın içi davacı, davalı, tanıklar ve avukatlarla hınca hınç doluydu.

Hakîm, davacıdan delillerini sordu. O da, tanık beyanlarına, keşfe ve tapu kayıtlarına dayandığını ifade etti.

Hakîm, davalıya “Sen neye dayanıyorsun?” diye sordu. Davalı odanın en köşesinden cevap verdi:

- Ben kapıya dayanıyorum efendim!

*****

GÜNÜN SÖZÜ

Adaletsizliği, adaletle yıkmak gerekir.

Mahatma Gandi