Dünkü yazımda Hıdırellez geleneğinden söz ettim. Aynı konuyu değişik bakış açılarıyla yansıtmaya çalışacağım. Hatırlayanlar olacaktır. Gerek yılbaşını, gerek nevruzu anlatan yazılarımda kısa da olsa takvim folkloruna ilişkin bilgicikler vermiştim. Şimdi, gelenek ve göreneklerimizde yer alan bir başka günlerin içerisine girdik. Hıdırellez’den söz edeceğim. Ama önce Necati Cumalı’dan bir şiir okuyalım:

“Hıdırellez günü, Kızılçullu
yolu
Beni herkes severdi çocukluğumda
Arabacı yanına oturtur
Kırbacı bana verirdi
Ben Fitnat hanımın oğlu,
Zayıf bir kızı severdim
Gözlerinin içi gülerdi.
Hıdırellez güneşi,
Beraber tırmanmadık mı ağaçlara?
Siz kanatmadınız mi ellerimi
Elma çiçekleri?”

Türk dünyasında kutlanan mevsimlik bayramlardan biri de Hıdırellez. Eskiler, “Ruz-ı Hızır” (Hızır günü) olarak adlandırılmış. İnanışa göre, bugün Hızır ve İlyas Peygamber, yeryüzünde buluşmaktalar. Onun için, halk arasında Hızır ve İlyas sözcükleri birleşerek hıdrellez şeklini almış. Atalarımız yılı ikiye ayırmıştı. 6 Mayıs’tan 8 Kasım’a kadar olan süre “Hızır Günleri” adıyla yaz mevsimini, 8 Kasım’dan 6 Mayıs’a kadar olan süre ise “Kasım
Günleri” adıyla kış mevsimini oluşturmaktaydı. 6 Mayıs, kış mevsiminin bitip yazın başladığı gün olduğu için kutlanılmaktaydı. Hıdrellez günü, Gregoryen takvimine göre 6 Mayıs, Rumi takvim olarak da bilinen Julyen takvimine göre 23 Nisan gününe rastlamaktaydı. Hıdırellez’in geçmişine ilişkin değişik bilgilere de rastlamanız mümkün. Bazıları Hıdrellezin Mezopotamya ile Anadolu kültürlerine ait olduğunu; bazıları İslamiyet öncesi Orta Asya Türk kültür ve inançlarına ait olduğu yolunda. Hıdrellez Bayramı’nı ya da Hızır inancını tek bir kültüre mal etmemek gerekir. İlk çağlardan itibaren Mezopotamya, Anadolu, İran, Yunanistan ve hatta bütün Doğu Akdeniz ülkelerinde bahar ya da yazın gelişiyle ilgili, hatta bazı tanrılar adına çeşitli tören ve ayinlerin düzenlendiği biliniyor. Bakınız Yunus Emre ne demiş:

“Yunus Emre bu dünyada
İki kişi kalır derler
Meğer Hızır, İlyas ola
Ab-ı hayat içmiş gibi .”

Uzun sözün özünü Yunus söylemiş. Bizim inancımıza göre, Hızır, hayat suyu (ab-ı hayat) içerek ölmezliğe ulaşmış. Özellikle baharda insanlar arasında dolaşarak zor durumda olanlara yardım eden, bolluk-bereket ve sağlık dağıtan, Allah katında ermiş bir ulu ya da peygambermiş. Hızır’ın kimliği, yaşadığı yer ve zaman belli değil. Baharla vücut bulan yeni hayatın sembolü olarak kabul edilmiş, birbirinden güzel ve anlamlı inançlar manzumesi olmuş:

Hızır, çok sıkışanların, darda kalanların yardımına koşarak, beklenmeyen anda insanların dileklerini yerine getirir. Yüce gönüllü, temiz kalpli, iyilikseverlere her zaman yardım eder. Uğradığı yerlere bolluk, bereket, zenginlik sunar. Dertlilere derman, hastalara şifa verir. Bitkilerin yeşermesini, hayvanların üremesini, insanların kuvvetlenmesini sağlar. İnsanların şanslarının açılmasına yardım eder. Uğur, bereket ve kısmet kaynağıdır. 6 Mayıs’ı bizler, Hıdırellez Bayramı olarak kutlarken, Ortodokslar Aya Yorgi, Katolikler St.Georges Günü olarak kutlamaktalar. Tekirdağ Klavuz köyünde Hıdırellez’de peynir yeniyor. 5 Mayıs günü koyunlar ile kuzular ayrılırmış. Koyunlar sağılır, sağılan sütün bir kısmı fakir fukaraya konu komşuya dağıtılır, kalan sütten taze peynir yapılırmış. Bu geleneğin niçin neden yapıldığını yaşlılar şöyle anlatıyorlar: “Bu güne ermek büyük mutluluktu. İnanç olarak yeniden doğmak bahara ermek bolluk berekete ulaşmaktı. Uzun ve zorlu geçen kış günleri sonrası hayvanların yiyecek ve içeceği kırlarda olmaktadır. Eskiden pek çok hayvan zorlu kışları atlatamadan ölmekte idi.”

Bu gelenek Hakk’a şükretmenin bir anlatımı olarak yapılmakta. O gün yalan taze peynir üzerine çörekotu serpilerek sofraya getirilirmiş. Törelere göre göre köyde Mürşit veya Derviş varsa dua için çağrılırmış. Peynir yenilmeden evvel gülbag (Türkçe dua) çekilir. O haneye ve tüm millete yeni yılın bolluk ve bereket getirmesi istenirmiş. Hane sahibi bir kaç konu komşusunu da çağırır bir kaç sofra yemek verilirmiş. Sofralara taze peynirde getirilirmiş. Bu günde peyniri normal zamandan ayrı bir biçimde yeme yapılırmış. Elini başının üzerinden aşırarak kulağının hizasından ağzına götürmek yapılmaya çalışılırmış. Herkes bunu yapmaya çalışırmış. Süt ve ondan elde edilen ürünlerin o yıl bol olması niyeti ile yapılan bu gelenek bir nevi zekâtı niteliğindeymiş. Hakkın rızası kazanılmak istenilmiş.