Tunceli'ye bağlı Nazımiye ilçesi Sarıbudak bölgesinde 2 askerimizin donarak şehit olduğunu hepimiz duyduk.
Olayın daha da vahim boyutu, donarak şehit olan askerimizin babasına acı haberi, mezarlıklar müdürlüğündeki bir görevlinin vermiş olması...
Teknolojinin, iletişim imkânlarının bu kadar geliştiği, "Sınır ötesinde bile uçan kuştan haberimiz oluyor" diye övündüğümüz bir dönemde, üstelik daha kara kış başlamadan, henüz Ekim ayında, iki askerimiz donarak şehit oluyorsa...
Sözün bittiği yerdeyiz...
Ne söylenirse söylensin, ne anlatılırsa anlatılsın... 
Bu utancı anlatmaya da, örtmeye de yetmez...
Olayın bir de diğer boyutu var ki... 
İki askerimizin donarak şehit olduğu saatlerde... Bedelli askerlik başvuruları için askerlik şubeleri önünde uzun kuyruklar oluşmuş...
Maalesef donan askerlerimiz konuşulacak yerde, askerlik şubesi önünde bedelli için bekleyenler haber oldu, konuşuldu.
Sadece 21 gün tatil gibi askerlik yapan, bunu da anlata anlata bitiremeyenler daha çok gündemde kaldı.
Bir yandan askerlerimiz donarak şehit olurken... 
Diğer yandan sadece 15 bin TL vererek askerlik yapanların bulunması ve de daha çok konuşulması anormal değil mi?
Evlatlarından günlerce haber alamayan anne babaların çektiği azap kaç on beş bin eder?
Ya günlerce anne babasından, sevdiklerinden haber alamayan Mehmetçiklerin yaşadıkları sıkıntı, acı, keder?
Birileri canıyla, kanıyla, vatanını korurken...
Diğerlerinin "babam sağ olsun" diyerek elini kolunu sallayarak askerlik yapmasını, donarak evlatlarını toprağa veren anne babalara nasıl anlatacaksınız...
Donarak şehit olan askerlerimiz için sosyal medyada siyah kurdele takmakla, askerlerimiz için Fatiha okuyalım diye mesaj zinciri oluşturmakla olmuyor bu işler...
Eğer gücünüz yetiyorsa... Şehit annesi ile fazla değil yirmi dört saatinizi geçirin...
Cesaretiniz varsa şehit babasına 21 gün askerlik yaptığınızı ve zamanın geçmek bilmediğini uzun uzun anlatın...
Askerlerimiz Hakk'a yürüdü...
Biz donarak öldük, haberimiz yok...

*****
Yaralıdır değil mi komutan!

Oğlu şehit olan anne ya da babaya acı haberi vermeye gittiniz mi hiç? O zaman bu işi yapan subayın sözlerine kulak verin:
Sabah daha mesaiye başlamadan bir mesaj düşer önünüze...
Yukarı köyden Ahmet oğlu Mehmet şehit düşmüştür. Gereği...
Ya Rabbim dersin, dağa çıksam üç gün aç susuz kalsam da şu haberi vermesem...
Ama giyersin tören üniformanı, birkaç Mehmetçikle birlikte, hastaneden gelen ambulansı alırsın arkaya, düşersin yola...
Vatandaş da öğrenmiştir artık; önde bir askeri araç, arkada bir ambulans geliyorsa bir eve ateş düştüğünü...
Yaklaştığın her kasaba veya köyün buz kesildiğini hissedersin... İçinden geçip gittiğin her yer rahatlar... Varırsın köye...
Askerde evladı olan her haneden inceden bir sızının yükseldiğini, 'aman bizim eve doğru gelmesin' diye dua edildiğini duyar gibi olursun... Bütün köy donmuştur adeta...
Herkes büyülenmiş gibi izler seni...
Hangi eve gidilecek diye ıstıraplı bir merak sarar ortalığı...
Şehidin evine doğru yaklaşmaya başladığında, bahçedeki ihtiyarın büyülenmiş gibi sana baktığını, bacaklarının titrediğini, elindeki bastondan güç alarak zar zor ayakta durmaya çalıştığını görürsün.
Ayakların geri geri gider. Bahçedeki çocuklar eve doğru koşar.
Pencerelerde bir hareket başlar ve kapının önüne telaşla bir anne çıkar; bir sana, bir arkanda yere bakan Mehmetçiklere, bir de ambulansa bakar.
Sonra atar kendini yere...
Oğlu daha toprak altına girmeden o ana düşer toprağa... 
Öyle bir vurur ki yere... Zelzele oluyor sanırsın... 
Konu komşu yığılır... Bin feryat bin figana karışır...
Dersin ki kıyamet budur...
Kimi ana önce sana doğru koşar, ellerine sarılır, son bir umutla yüzüne bakar,
'Yaralıdır değil mi komutan?' der...
Başını öne eğer, hiçbir şey diyemezsin.
Dizlerinin bağı çözülür, çökersin anayla birlikte yere, o ağlar sen ağlarsın... Gözyaşları birbirine karışır.
Hemşire elinin titremesinden, gözünün yaşını silmekten sakinleştirici iğneyi yapamaz bile...
Baba... 
Fidan gibi evlatlarını vatana feda eden o babalar.
Sicim gibi gözyaşları dökülürken gözünden, acıya gark olmuş bir gururla, 'Vatan sağ olsun, vatan sağ olsun şehit babasıyım ben' dediğini duyarsın.
Kimi içine akıtır gözyaşlarını, kimi de donar kalır...
Kimi günlerce konuşamaz, kimi dua eder, kimi beddua...
Kimi kendi saçlarını, kimi saçlarımızı yolar, ne şapka kalır başınızda ne rütbe omuzlarınızda, söker atar...
Asıl büyük kıyamet bir iki gün sonra kopar...
Gerçekle yüzleşme günüdür.
Bu sefer cenazeyle birlikte varırsın köye... Tören mören hak getire...
Köylü alır şehidini omuzlarına, yer yerinden oynar, ne protokol kalır ne düzen...
Tekbir sesleri feryada karışır...
Kimi 'Evladımı en son haliyle hatırlamak istiyorum' der, görmek istemez naaşını...
Kimi de ille de 'Göreceğim' der,
Gösteremezsin ki...
Ya yüzü yoktur ya da bacağı...
Bir üsteğmen elinde daha önce de okuduğu, sadece isim hanesi değiştirilmiş standart metni okur, 'Kanı yerde kalmayacak' diyerek, bitirir konuşmayı.
Tabuta sarılı analar, babalar, bacılar, gardaşlar duymaz bile bunu, duysa da inanmaz...
Orada bir mezar, bir bayrak, bir ana kalır...

***

TEBESSÜM

Kaç kişi?

Delinin biri tımarhanenin penceresinden bakıyormuş. Yoldan geçen bir adam, deliye seslenmiş;
- Hey siz içerdekiler kaç kişisiniz?
Deli:
- Siz dışarıdaki deliler, esas siz kaç kişisiniz?

*****
GÜNÜN SÖZÜ
Askerlik rütbe ve elbise değil, ruhtur.
Hüseyin Nihal Atsız