Bu yazının başlığı beş sözcükten oluşan bir şiirdir ve beni çok etkileyen şiirlerden biridir. Yaşadığım yıllar boyunca an ve an gerçekleştiğine şahit olduğum bir durumdur. 

Fotoğraf; ışıkla yazmak demekmiş. Temeli iki aşamalıdır fotoğrafın. Fotoğraf  filmine düşen ışık düştüğü yerdeki kimyasalı ışık derecesine göre etkileyerek ton farkı yaratır. Bu filmden geçirilen ışık da fotoğraf kağıdının üzerinde ters işlem gerçekleştirir. Sokaklarda üç ayaklı makineleriyle fotoğraf çeken insanlar film de kullanmazdı. Fotoğraf kağıdının  üzerine çektiği ilk fotoğrafı yani Ece Ayhan deyimiyle ''bir fotoğrafın arabı'' çekilir sonrasında ise tahta bir kutudan oluşan makinenin önündeki aparata takılan; ''arap'' adı verilen negatiften de gerçek fotoğraf çekilirdi. Yaşamın ve yaşananların tersi de başka bir yaşammış; çok sonraları anladım.
Her acının bir doruğu, her acının akıtıldığı ve eskittiği bir fotoğraf mutlaka olurmuş. Baka baka eskittiğimiz. Karşıtıyla açıklamaya çalışmıyorum. Bir mutluluğun arabından veya bir mutsuzluğun arabıyla yaratılanlardan söz etmiyorum. Bizi çevreleyen her kavram  karşıtıyla var olmak zorunda değil. 
Fotoğraf bazı anlarda yokluğun simgesine dönüşüyor.  Sadece kendi anılarımızın ya da anlarımızın bizlere bıraktığı duyguları anımsatmakla kalmıyor hiç tanımadığımız insanların içini yakan acıyı da bizlere aktarabiliyor. Zamanın bir yerinde size sevgiyle bakan birinin yüzünü kağıt üzerinden görmek sevinç ve mutluluk verirken aynı fotoğrafı bir ölüm ilanında, bir cenazede insanların yakasında görmek içinizi yakabiliyor. Baktığınızda mutluluk, huzur, sevgi, şefkat duyguları ile dolup taşmanızı sağlayan bir fotoğraf o fotoğraftaki kişi gittikten sonra bambaşka anlamlar kazanıyor. Benim çırpınarak anlatmaya çalıştığım ne varsa şiir tek cümleyle çok daha fazlasını her zaman başarıyor; ''Hayat: Baka baka eskittiğim fotoğraf.''

Her nesnenin bir yolculuğu var. Aradığınız, bulmayı uzun süre beklediğiniz  bir kitap, plak sizden bilmem kaç sene sonra bir sahafın tozlu raflarında yeni sahibini beklemeye başlayabiliyor. Aynı raflarda kutuların içine doldurulmuş eski fotoğraflar görürsünüz. Yüzlerce fotoğraf. Bir ailenin, çocukların, kadınların, erkeklerin fotoğrafları. Kim bilebilir ki nice zaman, hangi yollardan geçerek geldiler buralara. O fotoğraflardaki bir çocuğa, bir kadına, bir erkeğe, kardeşe, halaya, dedeye birileri ne çok bakmıştır. Kimsesiz kalan fotoğraflardan yükselen hüzün girebileceği her çatlaktan sızarak ömrümüze dolmaya devam ediyor.
Sizi mutlu eden bir görüntü yıllar sonra o mutluluğunuzu anımsadıkça içinizi yakmaya başlıyor. Eskiyor ne varsa. Dokunduğumuz fincanlar eskiyor. Kalemlerimiz, saatimiz, gözlüğümüz; bize dokunan ne varsa eskiyor. Birileri geliyor, birileri gidiyor. Sonunda fotoğraflar da en az insanlar kadar yalnız kalıyor. Onlar; biraz daha fazla dayanıyor insandan. Bütün eşyaların insandan daha kalıcı olması gibi. 

İnsana özgü duyguların bir kısmının anlık ve kısa olduğunu, bir kısmının ise ömrümüzde daha fazla yer işgal ettiğini düşünüyorum. Mutlu olduğumuz, sevinçli olduğumuz anlar kısacık gelip geçiyor, o sevinçli ve mutlu olduğumuz anlardan da mutlaka biraz hüzün ve özlem kalıyor geriye sonralarda. Özlem ve hüzün sanki daha fazla işgal ediyor hayatımızı.
Belki de insan olarak zayıf yanımız  geçmişimizde yaşadıklarımıza aklımızın içinde  yolculuk yaparak anılarımızdan  duygular oluşturmak. Yani anımsamak. Anlatmaya zorlandığım her anda şiire sığınıyorum.

                    ''ben sana mecburum bilemezsin
                      Adını mıh gibi aklımda tutuyorum''

Bir fotoğrafı ona baka baka eskitmek var; bir de o fotoğrafa yıllarca bakamamak. Acaba hangisi daha zor bilmiyorum. Yaşayarak bulduğum ise fotoğrafların da bir gün insanlar gibi yalnız kaldığı.