İran asıllı T.C. vatandaşı Rıza Sarraf, ABD'de kurulan bir komplonun parçası olarak kendisine ezberletilmiş senaryoyu mu seslendiriyor, yoksa hapisten kurtulmak için "itiraf" diye "iftira"ya zorlanan bir zavallı mı? İktidar partisi karşıtlarının, Rıza Sarraf'ın ağzından çıkan her cümleyi "gerçek" kabul etmesini anlayabiliyorum. ABD'nin, Türkiye'yi iğneli fıçının içinde çevirmesine aldırış etmeksizin bu davadan siyasi kazanım bekliyorlar. 

Asıl kafa karışıklığı iktidar partisine mensup isimlerde yaşanıyor. Ve onların itibar ettiği yazar-çizer takımı, televizyonlarda boy gösteren ve iktidara omuz veriyor görüntüsüne sahip isimler...

"Kafa karışıklığı" diyorum, çünkü Rıza Sarraf'ın baskıyla "iftiraya zorlanmış bir mağdur" gibi gösterenler çoğunlukta. İyi ama, İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı'nın "casus" ilan ettiği birisi nasıl "zavallı mağdur" olabilir? Ya da tersine çevirelim soruyu. Rıza Sarraf'ın mal varlığına "casusluk suçunu" işlendiği için el konulduysa, hangi belge ve bilgileri temin ederek ABD makamlarına sunarak yaptı bu casusluğu?

Karışık bir denklem değil mi?

* * *

"Tekerlek kırıldıktan sonra yol gösteren çok olur" diye güzel bir atasözümüz var. O çoğunluğun arasında yer almayacağım. Ama "casusluk" suçlaması insanın kafasında bir soru öbeği oluşturuyor. Bu casusluk faaliyeti neden daha önce değil de, duruşmanın belli bir aşamasından sonra ortaya çıktı? İstihbarat teşkilatı Rıza Sarraf'ın yakınlarının bir bir ülkeyi terk edişini ve yaklaşan tehlikeyi nasıl göremedi? Sarraf'a ait şirketlerin bulunduğu bina boşaltılırken bile harekete geçen, uyarıda bulunan bir kurum olmadı mı? Oldu da, kulak asan mı olmadı yoksa?

Sarraf'ın anlattıklarından ABD "Türkiye, İran'a uygulanan ambargoyu deldi" sonucunu elde etmeye çalışıyor. Ama benim gözümde, "Rıza Sarraf sadece, kurduğu bir hayali ihracat zincirini" anlatıyor. 

İran'ın ambargoyu delmesi, buna Türkiye'yi yönetenlerin yardım edip etmediği umurumda değil. ABD'nin canı cehenneme... Türkiye bunu yaparken kamu maliyesi zarara uğramış mı, uğramamış mı beni daha çok ilgilendiriyor. Yani, "hayali ihracat" yüzünden Türkiye ne kadar vergi kaybına uğramış? Rıza Sarraf "hayali" ihracat bedeli üzerinden ihracat teşviği veya vergi iadesi almış mı?

* * *

Gelelim madalyonun bir başka yüzüne...

FBI, sadece Türkiye'yi değil, aynı zamanda ABD Başkanı Trump'u da köşeye sıkıştıran hamleler yapıyor. Hillary Clinton ve Obama'nın yakın ekibindeyken, İslâmcı gözüken terör örgütleriyle ilgili fikir ayrılığı sebebiyle dışlanan ve Trump'un yanına yerleştirilen General Flynn de "itirafçı" oldu. Trump'un, Rusların "sosyal medya" maniplasyonlarıyla seçimi kazandığına dair soruşturmanın "bülbülü" oldu Flynn. Türkiye'den de lobicilik ve bazı "iş bitirici faaliyetler" için para aldığı iddiası da var. 

Trump'u sıkıştıran ekip ile Recep Tayyip Erdoğan ve kadrosunu İran üzerinden köşeye sıkıştırmaya çalışan ekip aynı... 

Bizim gözümüz Rıza Sarraf ve havada uçuşan milyon dolarlık iddialara kilitlenmişken, çevremizde neler oluyor acaba?

İsrail, Kudüs'ü başkent ilan etmek için yeni bir hamle başlattı. ABD ve ona gönüllü teslim olan Suud yönetimi buna itiraz etmiyor. Hatta bırakın "Kudüs üç dinin kutsal şehridir" demeyi, Suudi Arabistan Müftüsü ve Ulema Heyeti Başkanı

Abdülaziz Al-i Şeyh "İsrail'le savaşmak caiz değil" fetvası veriyor. İsrail, İran'ı bahane ederek Şam'ı bombalıyor, tüm uluslararası kural ve kaideleri alt üst ediyor....

* * * 

Türkiye'nin, 2003'ten itibaren üstlendiği "İslam ülkelerine liderlik" misyonu ile, Kürt coğrafyasının hâmiliğinde de tablo tersine döndü. "Barzanistan Irak'tan ayrılarak Türkiye'nin eyaleti olacak" diye başlayıp, ardından Suriye'nin kuzeyindeki yapılanmanın da Barzani'yi takip edeceğine inandırılmış ciddi bir gurup vardı Türkiye'de. "İnandırılmış" diyorum çünkü Brooking Enstitü bu konuda önemli çalışmalar yaptı, birçok kişiyi "hızlandırılmış kurs"tan geçirdi. 

Şimdi tablo tersine dönmüş durumda. 

"Ilımlı İslâm" doktrininin temsilciliği Suudi Arabistan'a verildi. Zaten Trump, okyanus ötesi ilk gezisini üç dinin merkezi olarak işaret etmek için Riyad, Tel Aviv ve Vatikan'a yapmıştı... Bu duruma, diğer emperyalist güçlerin hiçbir itirazı olmadı. 

ABD ve Rusya'nın Suriye'nin kuzeyinde Suriye Demokratik Güçleri (SDG) adıyla hakimiyet alanı oluşturan PKK'yı meşrulaştırma yolundaki uzlaşması sürüyor. 

Suriye PKK'sı "Şam'a bağlıyız ve birliklerimiz Şam Ordusu'na katılmaya hazır" açıklaması yaparken, Esad yönetimi de "özerklik" sunarak bu süreci hızlandırmaya çalışıyor. Suriye'nin kuzeyinde değiştirilen demografik yapı, sürgün edilen Arap ve Türkmen unsurların akıbeti hiç konuşulmuyor bile. 

Rus generaller, Suriye PKK'sının sözde komutanlarıyla pozlar veriyor. Soçi veya Cenevre'de yapılacak müzakerelere SDG adıyla olmasa da bir şekilde PKK'nın da katılması için formül aranıyor. Adeta Türkiye'ye Esad ve PKK karşısında "diz çöktürme" hamlesi yapılıyor "iğneli fıçı" yöntemiyle....

Casuslar oyunu birçok sahnede ayrı senaryolarla yürüyor ama ortak final hedefleniyor. Bu arada bize "Sarraf'a bak Sarraf'a" cazgırlığı yapılıyor. İşin kötü tarafı, durum "Kırk katır mı, kırt satır mı" noktasına gelmesine rağmen, biz haftalardır bir tek maymunla oyalanıp duruyoruz. 

Yazık, hem de çok yazık...