Şimdi Donald Trump'un nasıl olup da son virajda önemli bir puan farkını kapatıp Hillary Clinton'un önüne geçerek Beyaz Saray'a oturmayı başardığını daha iyi anlayabiliyoruz. Bu konuda özellikle Trump'a bel bağlayan, "Daha yapacak çok işimiz var" diyen, "Hiç olmadığımız kadar yakınız" diyenlerin güçlü bir özeleştiri yapma zamanıdır. Trump ABD'si ile "Suriye'de birlikte çalışmaya hazırız" mesajının işe yaramayacağı da netleşmiş oldu. 

İran'da geçen haftadan bu yana devam eden "sokak olayları" ile ana konusu İran olan Hakan Atilla davasının sonlanması ne kadar da güzel denk getirildi. Şöyle bir geriye dönüp, sonradan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı bahşedilen İranlı Rıza Sarraf'ın tutuklanışından bu yana yaşananları gözünüzün önünden geçirin. Mahkemenin defalarca nasıl ertelendiğini, savcı değişimini, ABD yargı sisteminde ender rastlanan "geciktirme" hamleleri yapıldığını...

Rıza Sarraf'ın, İstanbul'da pazarlık yaptığı FBI ajanlarıyla uzlaşma sonucu ABD'ye "aile kamuflajı" ile gidip teslim olmasını, "rehin alma" gibi değerlendirişimizi... Babek Zencani'ye zimmetli olan ancak Rıza Sarraf'ın Türkiye üzerinden bir yerlere "gömdüğü" İran parasını almak için İran Gizli Servisi (MOIS) ajanlarının çemberi daralttığını ve Sarraf'ın bu yüzden ABD'ye sığındığını...

Verdiğimiz notalar, diplomatik temaslar, çok uluslu arabulucuları devreye sokuşlarımız falan işe yaramadı ve Rıza Sarraf, bombayı Türkiye'nin kucağına bırakıp ve ABD'de kayıplara karıştı. 

Batı dünyası Noel tatilindeyken, İran'da "yumurta fiyatlarının artışı"nın "son damla" etkisi yapmasıyla halk sokağa döküldü. Servis edilen fotoğraflardan "halk" diyoruz, ama ne kadarı "algı operasyonu" bilmiyoruz.

* * *

İran halkının "sokağa çıkma" gibi bir pratiği tarihten bu yana hep vardı. 2009'da da sokak hareketleri olmuş, "Halk aç kalabilir ama İran'ın nükleer silahı mutlaka olmalı" diyen Ahmedinejat'ın gidişiyle son bulmuştu.

Trump'un "ayaklanan" halka müthiş armağanlar vadetmesi, İsrail'in "Rejim yıkıldığında İran halkıyla yeniden dost olacağız" gazlaması falan devam ediyor. Halkını, "kafasını kuma gömmüş devekuşu" olmaya mecbur tutan Şia diktatörlüğü, durumu kendi lehine çevirmek için mollaları sokağa çağırdı. Hem de öyle "Milyonları evinde zor tutuyorum" falan demeden. Direk "halk cezalarını verecektir" mesajıyla. Bugün Cuma ve Müslümanların mübarek günü, hiç de hoş olmayacak olaylara gebe.

Diyelim ki, İran'da "kaos" büyüdü, olaylar önü alınamaz hale geldi, İran silahlı güçleri ile halk karşı karşıya geldi. Esad'ın, Suriye'de ayaklananlara yaptığını yaptı Hasan Ruhani ve "ateş" emriyle binlerce kişi öldü... Biz, Suriye'de yaptığımız gibi "özgürlük ve demokrasi" talebiyle sokağa dökülenlerden yana mı olacağız, yoksa Şia diktatörlüğünden yana mı?

2003'te "Medeniyetler ittifakı" safsatasıyla devreye sokulan ve aslında "medeniyetler çatışması"na dayanan Armagedon planının bir sonraki aşaması bizi çok yakından ilgilendiriyor çünkü.

* * *

2003 yılında Irak'ın bombalanmasıyla Armagedon savaşının startı verilmişti. Bağdat yerle bir olduğunda, İsrail ve ABD'li politik liderlerden oluşan Amerikan-İsrail Halkla İlişkiler Komitesi (AIPAC) Washington'da bir araya gelip Babil'in yıkılmasını kutlamıştı.

AIPAC, 44. Siyasi Kongresi 30 Mart-1 Nisan 2003 tarihleri arasında 2 bin 500 delege ve binden fazla seçkin konukla Washington'da dev bir otelde yapıldı ve Irak'a karşı savaşın sonrasında Ortadoğu'nun nasıl şekillendirileceği konuşuldu. 

AIPAC Komitesi, Siyonist Hıristiyanlar, Armagedon savaşında Yahudilerin İsa'yı Mesih olarak tanıyacağına inanıyordu. Siyonist Yahudiler ise, farklı görüşte olsalar bile, bu ittifakın gücü işlerine geliyordu. "Medeniyetler çatışması" stratejistlerinin, Müslüman dünyaya karşı bir ittifak olmasından hepsi memnundu çünkü...

AIPAC kongresinde, Irak'tan sonra sıranın geleceği Suriye ve İran'la ilgili stratejiler de konuşulmuştu. Büyük İsrail'in önünde, "demir gülle" gibi duran ülkeler yani.

Suriye, "sözde Arap baharı" makyajıyla iç savaşa sürüklendi. Milyonlarca Suriyeli yurtlarını terk etti, milyona yakını da öldü, sakat kaldı. En önemlisi, Suriye halkının arasına belki de bir daha kapanmayacak bir "kan davası" girdi. Sonuçta Suriye, artık eskisi gibi İsrail'e kafa tutacak durumda değil.

Şimdi sıra, Filistin'in yok edilmesinin önündeki ülkelerde. Vahhabi diktatörlüğü, İsrail'le dost kalmaya kararlı. Aksi taktirde ABD'nin tepelerine bineceğini biliyor. 

Tahran'daki mollalar rejimine karşı sokağa dökülenler de belki bu "kaosun" kazananının İsrail ve ABD olacağının farkında. Ama mollalar o kadar bıktırmış ki, Şah'ın oğlunun geri dönerek eski düzene geçilmesini bile "ehven" görenler var. 

İran'da son yaşananlar, 2003'te başlatılan Armagedon savaşının evrelerinden biri. Ortada İran'a çekilen bir operasyon var. İran halkının ve mollaların önünde, tıpkı Osmanlı'nın son döneminde olduğu gibi iki seçenek var: Ya Armagedon planına uyarak birbirlerini yiyecekler ve ABD-İsrail mandası olacaklar, ya da emperyalizme karşı birlikte savaş verip "demokratik cumhuriyet"i kuracaklar... 

Güçlerini sürdürmek için demokrasiyi öldürenler, tıpkı Saddam, Kaddafi, Hüsnü Mübarek, Esad gibi daima halkıyla sınanacak ve isimleri tarihe "halk katili" olarak geçecek. Yaşanmışlıklar yeterince ders vermiyor mu?