XVII. yüzyılda gelişim sürecini tamamlayan “âşık edebiyatı”, altın çağını yaşadı. En geniş sınırlarına ulaşan Osmanlı İmparatorluğu’nda binlerce âşık yetişti. Halk şairleri “âşık”, “kul”, “öksüz” gibi sıfatlarla anılmaya başlandı. Bir bölümü; yeniçeriler, sipâhiler, leventler gibi askerî topluluklar arasından yetişti. Bu âşıklar, orduyla birlikte savaşa katılarak askerleri yüreklendirdiği gibi, barış zamanlarında onları eğlendiriyorlardı.

Âşıklar, XVII. yüzyılın ikinci yarısına kadar, kimi kavramları ve benzetmeleri, divan şairleriyle ortak olarak kullanırken, bunları kendi geleneklerine uygun biçimde işlemişlerdi, çünkü yaşadıkları çevre, kültür ve beğenileri, klasik edebiyatın şiir çevresinden ayrıydı. Onlar doğayı, insanı ve olayları konuşma dilimizin rahatlığı içinde, özgün imgelerle anlatmışlardı.

XVII. yüzyılın ikinci yarısından sonra, âşıklar arasında okur yazarlar çoğalmaya başladı. İyi eğitim görüp devlet hizmetinde yer alanlar bile oldu. Divan şiirinin güçlü olduğu kentlerde yaşayan âşıkların şiirlerinde, klasik şiirin etkileri görülmeye başladı. Belli bir eğitim görmüş, aruz ölçüsünü öğrenmiş âşıklar arasında, dilini ağırlaştıran ve aruz ölçüsünü kullanmaya kalkışanlar çoğaldı. Bunlar, şiirlerinde divan şiirinin sözcük, imge ve mazmunlarını da kullanmışlardı. Böylece âşık geleneğiyle divan şiiri arasında bir tür köprü oluşmaktaydı.

Bu dönemde, halkın sanat kültür zevki ve düzeyi de değişmişti. Şairler, kendilerini anlayacağına inandığı kitlenin gereksinimine göre şiirler yazma çabasına düştü. Bundan dolayı, halk şairlerinin divan şairlerinden, divan şairlerinin de halk şairlerinden etkilenmesi doğaldı. 

Yeni akımın en önemli temsilcileri arasında Âşık Ömer, Gevherî ve Kâtibî gibi isimler geliyordu. Nitekim Gevherî, divan şairleri gibi aruzla da şiirler yazdı. Bunun sonucunda dili, azımsanmayacak kadar ağırlaştı.

Gevherî, Osmanlı kültürünün merkezi olan İstanbul’da, klasik Türk müziğiyle de ilgilenmişti. Yaşadığı yıllarda, klasik müzik makamları ve şarkı sözlerinde aruz, âşık fasıllarında önemli yer tutmaya başlamıştı. Gazel, murabba, muhammes, müseddes ya da müstezad biçimlerinde yazılan şiirler, yazıldıkları aruz kalıbına uygun olarak belli bir makamda okunduklarından, böyle adlandırılmışlardı. Nitekim Gevherî’nin kendi adıyla anılan bir müzik makamı olmuştu.

Başlangıçtan günümüze dek,  halk edebiyatı ve bu edebiyatı yaratan âşıklarımız, Türk edebiyatının ayrılmaz bir bütünü oldu.  Bir başka anlatımla, halk edebiyatı, Divan  ve  Tasavvuf edebiyatı gibi öteki türlerden soyutlanmadı; bu edebiyatlar sürekli birbirinden etkilendiler. Bu etkilenişlerin ilklerinden olan ve Halk edebiyatımızda günümüze kadar varlığını koruyan büyük sanatçılarından birisi de Gevherî’dir.

İşte Gevheri’den bir deyiş:

Ela gözlerini sevdiğim dilber

Salınıp geldiğin yolar öğünsün

Ne güzel yaratmış seni Yaradan

İnce belin saran kollar öğünsün

Aman hey eğlencem gel yine aman

Yok mudur zerrece göğsünde iman

Soyunup koynuna girdiğim zaman

Ol sinem üstünde eller öğünsün

Bir melek nesli mi vardır soyunda

Hak nazarım kaldı selvi boyunda

Ol günlerde bahar bayram ayında

Üstüne gölg’olan dallar öğünsün

Gevherî yarimin akranı yoktur

Var yürü yüzüne perdeler döktür

Kaşların kemandır kipriğin oktur

Züfüne dokunan yeller öğünsün

(Gevheri - Ahmet ÖZDEMİR  Tura Yayınları 2017 İstanbul)