ABD, 1 Mart 2003 tezkeresinde uğradığı şoku bir türlü unutamıyor anlaşılan. Büyük Ortadoğu Projesi'nin Türkiye ayağında planları aksatmıştı TBMM'nin "hayır" demesi. AK Partili milletvekillerinin bir bölümü de, Amerikan askerinin Türkiye üzerinden Irak'a ulaşmasına ve topraklarımızın bir bölümünde uzun süre kalmasına razı olmamıştı. Halbuki, ABD herşeyi "çantada keklik" görüyordu. Hatta, Büyük Ortadoğu Projesi'nin ve Irak'ın "kimyasal silah" yalanıyla işgal edilmesinin dünya barışı ve bölge halkları için çok özgürlükçü bir adım olacağı fikrini yaymak için milyonlarca dolar harcamışlardı. Soros'un ve bazı (sözde) sivil toplum dinamiklerinin değişik yöntemlerle pompaladığı milyonlarca dolar, hararetle savunuyordu tezkereyi. Irak'ı Saddam'dan kurtarmak "kutsal" bir görev olarak o kadar güzel anlatılıyordu ki, karşı çıkanlar "diktatör yanlısı" ilan ediliyordu. Tezkere geçmedi ama ABD, o dönemde kurduğu "medyatik" düzenin kaymağını sonradan gayet iyi sıyırdı.

TSK içerisinde istediği dizaynı yapabilmek için "yargı" kalkanının ardına saklanmış "kumpasçıları" devreye soktu. Sahte deliller, uydurma ifadeler, gizli tanıklar, ardı ardına gelişen karanlık olaylar vs. hep o dönemde yaşandı. Şimdi, o dönemin "heykeli dikilecek" kahramanları "vatan haini" olarak aranıyor ve kaçak... Kumpasın bir sonucu da 15 Temmuz ihaneti...

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Harbiye'de yeni mezun olan genç subaylara "Kahraman ordumuza kumpas kurdular" cümlesiyle özetlemişti o dönemi. O kumpasa gazetelerdeki köşelerinden, televizyonlardaki programlarından "lojistik" destek sağlayanların bir bölümü hâlâ aramızda. O dönemleri hatırladıkça, onlara kuşkuyla bakmamak mümkün değil.

* * *

"Kahraman ordumuza kumpas" döneminin zulümlerine "demokrasi" makyajı yapmaya çalışanları, şimdi hararetli birer Trump savunucusu olarak görüyoruz karşımızda. Bir dönem hakkında "İngiliz casusu" fısıltısı yayılan, ABD işgalindeki Irak'a gidip, orada bazı İngiliz şirketlerinin temsilciliği yanında Barzanistan'ın medyasını oluşturan "köşe" sahiplerinin "Trump masum, Amerika kötü" mihvalinde yorumlarını gördükçe insanın kafası iyice karışıyor.

ABD ile Türkiye, NATO çerçevesinde müttefik iki ülke. "Dost ülke" falan gibi tanımlar yapmamız mümkün değil, çünkü Amerika'nın sadece "menfaati" olur. Vefa gibi bir "duygu" lügatlarında hiç yoktur. Milli şef İnönü'nün Türkiye'den toprak talep eden Rusya'dan kaçarken sığındığı bir kapıdır ABD. Avrupa'nın "kurtarıcısı", Batı'nın "lideri" konumundadır çünkü. Ardından ver elini NATO. Bedelini (Trump'un da hatırlattığı gibi) Kore'ye asker göndererek ödemeye başladık. Uçak fabrikasını kapatma yanında birçok taviz de beraberinde verildi tabii...

Neyse; gelelim günümüze.

Başkan Trump, "üç dinin merkezi"ne bir dizi geziyle başlıyor yurtdışı seyahatlerine. Vatikan, Kudüs ve Suudi Arabistan'a yapacağı ziyaretlerin "simgesel" anlamı büyük. Bir önceki "beğenmediğimiz" başkan Obama, 2009 yılında ilk denizaşırı ziyaretini Türkiye'ye yapmıştı. Kanada'nın ardından ikinci ziyaret ettiği ülkeydik aynı zamanda.

* * *

İsrail ve Vatikan'ın yanında Suudi Arabistan'ı koyması, Trump'un "medeniyetler ittifakı" denilen, aslında İslâm dünyasının İsrail ve Batı'ya takaza çıkarmadığı düzenin bundan sonraki aşamaları hakkında yeterince açık bir mesaj veriyor bize. Türkiye'yi, Ortadoğu oyununda farklı konumlandırıyor ABD. "Ya istediğimiz yerde olursun ya da hiç olmazsın" diye özetleyebiliriz bunu. O yüzden, Türkiye yerine Suudi Arabistan'ın tercih edilmesi bir "diplomatik hezimet" değil, "bağımsızlık duruşu" olarak değerlendirilmeli bence. ABD'nin istediği yerde durmak, "neomandacı" bir zihniyetin ürünü olabilir ancak.

Kendisine Suriye'nin ardından İran'ı hedef seçen Trump'un dümen suyuna girmek, yüzyıllardır savaşmadığımız İran'la savaşın eşiğine gelmemiz demek... Tıpkı, Saddam'ın gaza gelip İran'a "anlamsız" bir savaş açarak ülkesini felakete sürüklemesi gibi ağır sonuçlar doğurabilecek bir yol bu...

Her nedense, işin bu tür yönlerini değerlendirip, kamuoyunu doğru bilgilendirmek yerine Trump'a güzellemeler sıralayıp, "Aslında tüm kötülükleri derin ABD yapıyor, Trump'un suçu yok" propagandası yapılıyor. Tıpkı, 1 Mart güzellemeleri gibi...

* * *

Suudi Arabistan, tam "El Kaide destekçisi" ülke ilan edilecekken, IŞİD destekçisi olarak hedef tahtasına konulacakken, daha doğrusu CIA'nın Selefi grupları beslemesinin günah keçisi ilan edilecekken parayı bastırdı, bu cendereden -şimdilik- kendisini kurtardı. Obama'nın "11 Eylül'ün suçlusu" ilan edip, mağdurların tazminat davası açma hakkı tanıdığı Suudi Arabistan'dan, Trump'un deniz aşırı ilk ziyaretini yaptığı üç ülkeden birisi olan Suudi Arabistan'a hayli yol var. Nasıl oldu peki bu? ABD'yle imzalanan 100 milyar dolarlık silah alım anlaşmasıyla... Benzer bir bol sıfırlı anlaşmayı Çin'le de yapmıştı Riyad yönetimi yakın tarihte...

Milyarlarca dolarımız olmadığına göre, Trump'un tercihlerine bel bağlamak zorunda değiliz. Kendi yolumuzu "sağlam" zeminlerde çizmek zorundayız. Bunu başarmak için de "gözünün üzerinde kaşı var" bölünmelerini bir kenara bırakıp, yeniden tek vücut olmaya mecburuz. Tıpkı, 19 Mayıs 1919'da atılan o büyük adımla başlayan bir süreci yeniden canlandırarak yapabiliriz bunu. "Peki ne yapmalıyız?" sorusuna da değineceğiz elbet...