Türk askerleri, kapılara, burçlara geçit yerlerine hücumda mucizeler gösteriyordu. Kostantin ve Jüstinyen de şehri savunmak için var güçleri ile uğraşıyorlardı. Kıran kırana mücadele sürüyordu. Edip Ayel’in “Feth-i Mübin”inden bir bakış açısındayız:

“Etrafı sararken palalar bir çelik
elle,
Daldıktı gedikten içe bir coşkun
emelle.
Zırhlar takınıp ortaya çıkmış
nice düşman,
Kaçtıkça o gün yüz yüze gelmişti
ecelle.
Mıhlandı o haçlar yere, çiğnendi
o zırhlar,
Bir meyveye benzerdi düşen
her diri kelle.
Bin yüz senelik sahte mehâbet
yere sindi,
Kopmuş kafalardan dökülen
kırmızı selle.
Devrildi duvar, çatladı sûr, indi
o zincir,
Türk’ün anılır kuvveti bir darbımesele...”

Kahraman bir yeniçeri olan Ulubatlı, yanındaki otuz kadar arkadaşıyla surlara tırmanırken en ilerideydi. Hasan, yaralı olduğu halde surun ilk kademe setlerine atladı. Şimdi Oğuz Kazım Atok’un mısralarından Ulubatlı’yı seyrediyoruz:
“Sur sur üstüne / Zincir zincir
üstüne, / Uykusuzdu Bizans, /
Keskin atıcıları, / Baştaydı. /
Sönmeyen ateşleri dışta, / Çelik
ordusu içteydi, / Yedi tepenin
varlığı, / Her çetin saldırışı kıracak
/ Güçteydi. / Yalnız Ulubatlı
Hasan’a dayanamadı / Koca Bizans.
/ Fatih’in o eşsiz eri, / Sardı
şehrin beline çemberi, / ...”

Dündür Akünal ise Orhan Seyfi Orhon’a ithaf ettiği “İstanbul’a Girerken” adlı destanının sonunda Ulubatlı’yı hatırlatıyor:

“....
Allah’a uzanmış yedi dağdan
yedi tekbir,
Dağ taş dolaşıp şartladı
İstanbul’u bir bir
Ürperdi alevler gibi gözlerdeki
sırlar,
Fethin erişilmez heyecanıyla
asırlar!
Hey! Bizdik o erler ki ufuklar
boyu hızla,
Beş kıtaya nam saldık o gün
atalarımızla!
Bizdik, biz o: Allah’a giden yolda
kanatlı,
Bir hatıradır gökte o günden
Ulubatlı...”

Fetih gerçekleşmiştir. Fatih Sultan Mehmet İstanbul’a Topkapı’sından 29 Mayıs Salı, bir rivayete göre de Çarşamba günü öğleye doğru ihtişamlı bir alayla girer. Şehrin büyük caddelerinden geçerek Ayasofya’ya doğru ilerler. Kilisenin tunç kapıları önünde atından iner. Hemen secde-i şükrana kapanır. Yerden bir avuç toprak alarak başındaki tülbendin arasına serper. Saygılı ve ağır adımlarla bu ibadethanenin içine girer, iki rekat namaz kılar. Faruk Nafiz Çamlıbel’in “Fatih’e Kasidesi”nin iki ve üçünçü bölümlerinde söylediği gibi, artık yeni bir çağ başlamaktadır:
“...
Târih, o devirler devirip gelmiş
olan pir,
Görmüşse de devler devi binlerce
cihangir,
Der-hâtır eder bir seni Fatih
denilince;
Bir sen bu cihan fâtihi beş kıt’a
dilince..
Fethettiğin iklîme havârî gibi
girdin;
Dünyâya o gün sen medenî
fethi getirdin!
Çöktüyse hücûmunla birer dağ
gibi sedler,
Çiğnenmedi at nalları altında
cesedler;
Allah’a kavuştuysa ezan sesleri
yerden,
Eksilmedi bir gün bile çanlar
kulelerden
Bir köhne çağın hükmüne son
verdiğin anda,
Hükmünle senin bir yeni çağ
doğdu cihanda..
.....”

Şair Cengiz Alpay, “Fetih Günü Destanı”na, “Türklüğü tezyin için önce iman geliyor, / Sonra ışık halinde şerefle şan geliyor.” kıtasıyla başlıyor ve Ayasofya’ya gelişi mısra mısra işliyor:

“...Yanında kumandanlar ordusuyla
birlikte,
Çağ kapamış, çağ açmış Başkumandan
geliyor.
Sağında Akşemseddin, Ayasofya
önüne
Fatih Sultan Mehmed Han,
büyük insan geliyor.
Beşyüz küsür yıl önce tuğrasını
basarken
Ne Kudsî bir heyecan, sanki o
an geliyor.”

Fatih, Bizanslılara hoşgörülü yaklaştı. Herkesin canından ve malından emin olacağını söyledi. Kente girişle, doğal olarak oluşan karışıklıkların giderilmesi, huzurun, dinginliğin sağlanması için uğraştı. Her tarafta güvenliği sağladıktan sonra, dördüncü gün görkemli bir alayla şehre girdi. Ali Fuat Azgur’un mısralarındayız:

“Gökler eğilip dağlara
“kimdir?” diye sordu,
Kimdir bu gelen, gözleri
şimşekleniyordu...
Bir kır atın üstünde ufuklar
gibi mağrur,
İstanbul’a kartalca bakan
gözleri kordu...
Birdenbire enginlere şahlandı
küheylân
Birdenbire gök kubbesi
deryalara vurdu...
Yol vermek için Marmara
deprendi yerinden,
Yol vermek için Fatih’e rüzgar
bile durdu...
Tekbir sesi aksetmede
heybetle semâda,
Bir yepyeni çağ açmada bir
dev gibi ordu...
Kaç yüz senelik köhne Bizans
can veriyordu,
Rabbim, bu ne kuvvet, bu ne
kudret, bu ne zordu...”