Dünkü yazımızda Ferrahi'nin hayatının ilk yıllarını ve gönül bahçesine aşkın ilk çıngısının nasıl düştüğünü anlakmış, dilinin bağının çözülüşünü bu güne bırakmıştım. Çobanlık yaparken kullandığı değneğini saz yaparak uğrun uğurun dilinin bağını çözmüş. Öncelikle, hayvanları yayarken dağda bayırda kendi kendini alfabenin eskisini de yenisini de sökmüş. Öylesine başarılıymış ki, kısa sürede Karacaoğlan'dan Kerem'e, Âşık Garip'ten Ferhat'a türlü kitapları okuyabilecek duruma gelmiş. Yalnız okumakla kalmamış, kendi karaladıklarını da bir deftere yazmaya başlamış. Defteri'ne bir de isim koymuş: "Mahzun Çocuk" zamanla bu deften ne olmuş nasıl kaybolmuş kimse bilmemiş ama, defterin ismi, "Mahzun Çocuk"luk Ferrahî'nin kaderi olarak alnına yazılmış. 

Gel zaman git zaman, Âşık Ferahî, yirmi yaşına ulaşmış. İstanbul Ayazağa ve Zeytinburnu Süvari Bölüğü'nde askerlik görevini yapmaya başlamış.  Bir süre sonra tüberküloz olduğu anlaşılmış. Köyüne hava değişimine göndermişler. Ama hastalık geçmediğinden, bir daha asker ocağına dönememiş.  

Bu hastalığın ilk tokadını dayısından yemiş: Verem olduğunu anlayan Osman Metin, çocuklarına bu hastalık bulaşmasın diye,  onu evinden uzaklaştırmış. Ferahi gidecek yer bulamadığı için köyünü terk etmek zorunda kalmış.  

Çaresiz Ceyhan'a gitmiş. Eski tanıdığı aracılığıyla bir iş bulmuş. Dört yıl kadar yani Ferahî yirmi dört yaşına ulaşıncaya kadar burada çalışmış.  O yıl, ufak ufak saz çalmaya başlamış.  Ceyhan'daki Şevket Eser'in saz evin devam etmiş. İşten ayrılmış, âşıklar arasına karışmış. Artık, ''Neyleyim serveti, neyleyim malı /  Şimdi bir serseri Ferrahî'yim ben'' diyormuş. 

Çok geçmeden adı sanı Âşık Ferahî olarak duyulmayı başlamış. Sazı da sözü de dinlenir âşık olmuş. Bir düğün günü, Adana'nın Kürkçüler Köyü'nde bir akraba kızı görmüş beğenmiş. Bir süre sonra da kaçırarak evlenmiş. Biri kız, ikisi erkek üç çocuğu olmuş.  Kızına, kimine göre sevgilisinin, kimine göre annesinin adından dolayı, Emine adını koymuş.  İkinci çocuğu oğluna babasının adını (Mustafa), son çocuğuna ise, Konya Âşıklar Bayramı'nda tanıştığı Fevzi Halıcı'nın isteği üzerine, Mevlana'nın Türbesi yakınında mezarı bulunan Konya'lı şair Şemî'in adını vermiş.  

1960 yılında dayısından kalan toprakları satan Ferahi, Adana'nın Sinan Paşa mahallesinde bir sazcı dükkanı açmış. Adana, İzmir, İstanbul radyolarında programlara davet edilmiş. Türküleri dilden dile söylenmeye başlamış. 

Allah güldürmezse, kul ne yapsın. Ferrahî'nin askerdeyken ortaya çıkan hastalığı günden güne ilerlemiş. Zaman zaman büyük ıstıraplar çekiyor ve Tanrı'ya yalvarıyormuş: 

''Der Ferrahî takat kalmadı bende
Her türlü yareler açıldı tende 
Yarab bu derdimin dermanı sende 
Bu derdime çare çare Allah'ım'' 

Bir başka şiirinde ise şöyle derdini dizelerine döküyordu: 
.............

Der Ferrahi kime diyem halimi
Konuşurken sakat ettin dilimi
Yara açtın göğsüme büktün belimi
Vücudumu delik delik eyledin

Çaresizlikler içindeki Ferahî, kızı Emine'ye beş yaşındayken bir yandan okuyup yazmasını, bir yandan da türkü söylemesini öğretiyormuş. 967 yılında bir âşık için dertlerin en büyüğü gelip bulmuş Ferrahî'yi: Gırtlak Veremi... 
Artık o, çalıp söyleyen, konuşan, minarelerden ezan okuyan bir Ferrahî değilmiş.  Sessiz ve işaretlerle konuşan bir halk ozanıymış. 

Yine de pes etmemiş: Türkülerini kendisi çalmış,  Emine okumuş. İlden ile, kasabadan kasabaya, köyden köye böylece dolaşır olmuşlar, ekmeklerini çıkarmışlar. 1967 yılında yapılan Konya Âşıklar Bayramı'nda, hangi türküsünü çalmış kızı da okumuş. Bunu yarın ki yazımda aktaracağım.