Çocukluk günlerimde okuduğum halk hikâyelerinin biri de “Asuman ile Zeycan”dı. Erzincanlıların deyişiyle: “Esman ile Zincan”dı.  Erzincan'da Kaleli Bey'le, yardımcısı Derviş Ahmet'in çocukları olmuyor, çare arıyorlardı.  Yaylada rastladıkları bir dervişe içlerini açıyorlar,  Derviş onlara birer elma vererek, yarısını kendilerinin yemesini, yarısını da eşlerine yedirmelerini söylüyor, "Kimin kızı olursa, öbürünün oğluna versin" diyerek kayboluyordu. Erzincan Bey’inin kızı,  Ahmet’in oğlu oluyordu.   Çocuklar birlikte büyüyorlar,   yaylada rastladıkları derviş gelerek oğlana Asuman, kıza Zeycan adını veriyordu. İki çocuk arasında başlayan aşk, kötü kalplilerin araya girmeleriyle ayrılık acılarına dönüşüyor, birçok mücadeleden sonra, mutlu sona ulaşılıyordu.

O günlerde Zeycan’la Erzincan’ı çağrıştırır olmuştum. Erzincan depremine ilişkin hikâyeleri,  ağıtlarını dinledikçe, Erzincan’a bir muhabbet başladı.

Kelkitli olmasına rağmen Erzincan’da yetişen Aşık Serdarî ile gönül dostluğunun ötesinde kara gün dostluğum otuz yıl önce başladı. Erzincan’ı dinledim. Çevresindeki Erzincanlılarla tanıştım.   Büyük Deprem’den sonra İstanbul’a gelmiş, işçilik, esnaflık yapan birinci kuşak ve hepsi eline, beline, diline sahip, düzgün ve güzel insanları tanıdım. Şimdi onların ikinci kuşağı, özlerini koruyarak, İstanbul’un ticaretinde, yönetiminde, eğitiminde, kültür ve sanatında  söz sahibleri.

Âşık Serdari’den ustası Erzincanlı Davut Sularî’ye, arkadaşı Âşık Beyhanî’ye ilişkin anılar dinledim. Âşık Beyhanî’nin çok genç yaşta ölümüne üzülmüşümdür. Bir türküsü duygulandırır beni:

Yolumuz gurbete düştü / Hazin hazin ağlar gönül. / Araya hasretlik girdi, / Hazin hazin ağlar gönül // Derdimi söylemem yele / Ben beklerim haber gele / Gözyaşım döndü sele / Garip garip ağlar gönül. / ....” Sonraları Daimî ile sohbetimiz oldu. Şemsi Hayal, Salih Baba, Kemahlı Tahir,  Âşık Müslüm Akbaba’nın varlıklarını öğrendim.

Erzincanlılardan duydum; "Boğaz dediğin otuz iki kerttir, düşün düşün söyle", “Dere yanında tarla alma sel için, kırkından sonra kız alma el için", "Kurdun adı yamana çıkmış, tilki vardır baş kesen" , “Az ateş çok odun yakar", “Baktın kar havası, eve gel kör olası”, “Bıçağı kestiren  kendi suyu, insanı sevdiren kendi huyu" gibi atasözlerini.

Alkışları da kargışları da bir başka güzeldir Erzincan’ın, Derler ki; “Daha nice bayramlara çıkasan. Elin gözün dert görmiye. Gurban olduğum Allah  dırnağıy daşa tohundurmaya.” , “Etdüğü çekesen oğlan, itler gibi uluyasan”

Bir Erzincanlı size bilmece diye “Memmen ayaklı / Menteşe dudaklı / Dordor  yüzlü /  Divane gözlü” diye sorarsa  hemen “Deve” yanıtını yapıştırın.

       Erzincan ve çevresinde halk müziği ürünleri zengin.  Deyişler, türküler, ağıtlar, gelin havaları, doğa türküleri yöreyi yansıtır. Ama Erzincan yöresi deyince şuurumun altından hep gurbetin hüznünü yansıtan türküler depreşir. Ali Ekber Çiçek’in sesini duyar gibi olurum: “Başı pare pare,” diyerek başlar türküsüne. Sonra türküler türküleri çığrıştırır:

 “Bir seher vaktinde”, “Bugün bir dilbere eyledim ülfet”, “Ela gözlüm ben bu elden gidersem”, “Ela gözlerini sevdiğim dilber”, “Eşimden ayrıldım yoktur kara­rım”, “Huma kuşu yere düştü ölmedi”, “Kadir Mevlam Senden bir dileğim var”, “Kahbe felek sana nettim neyledim”, “Keklik gibi kanadımı süzmedim”, “Nasıl yar diyeyim ben böyle yara”, “Tanrı'dan diledim bu kadar dilek”, “Vardım Hint eline”, “Yarim senden ayrılalı…”

Ülkemizde birçok yer gibi Erzincan’ın kuruluş tarihi bilinmiyor. Asur kaynaklarında yörenin adı “Zuhma, (Suhma)” olarak geçiyor Ama, Erzincan adının Eriza'dan geldiği sanılıyor. Bir söylentiye göre Selçuklular Aziriz adını çok beğenmiş. "Rahmet yağarsa can Aziriz can" rahmet yağmazsa "Yan Aziriz yan" biçiminde bir tekerleme söylemişler. Tekerlemedeki Aziriz, zaman içinde, Erzincan biçimini almış.

Yarın sizlere Erzincan’ın kurutuluşundan söz edeceğim.