Eylül'ün kapısından yazıyorum sizlere. Küçük bir Anadolu kasabasında; sokağa atılmış masalardan birine oturup, Eylül denen en dolu, en hüzünlü, en bereketli ayın kapısında, içim dışım neşe dolu yazmaya başladım. Önce bir kahve söyledim kendime. Şimdi ince belli bardaktan çayımı yudumlayarak yazıyorum sizlere.

Bayram tatiliyle birlikte bir kısmını çok iyi tanıdığım bu çevreyi yeniden ve yeniden gezdim. Dört gün arayla geçtiğim yerde çınar ağaçlarını ve  yapraklarının sararmaya başladığını görmek; dört gün içinde değişen o muhteşem renkleri fark etmek çok mutlu etti beni. Hiç sararan yapraklar mutlu eder mi diyeceksiniz; evet eder. Doğadaki değişimi fark etmek aslında akan zamanı ve yaşadığınızı fark ettiğiniz, ayrımsadığınız andır. Yaşadığınızı duyumsamak ise az ve ya çok mutluluğa kavuştuğunuz andır. 
Büyük kentlerde hiç birimiz fark edemiyorduk bunları. Sabah işe nasıl gideceğiz, akşam nasıl döneceğiz açmazı arasında farkında olmadan yaşam üzerimizden akıp gidiyordu. Yaşamadan ölmek gibi. Ömrünün büyük bir bölümünü büyük şehirde geçirmiş biri olarak bu duyguları yeni yeni keşfediyorum. 

Hasat mevsimi yaklaşıyor. Elmalar dallarından sarkıyor. Ayvalar sararmaya başladı. Kovanlar balla doluyor. Ve zaman akıp gidiyor. Bu akışı fark etmek bende az önce yazdığım gibi farklı duygular uyandırıyor. Buralar; yani büyük kentlerden uzak olduğunuz, doğaya elinizi uzatarak dokunduğunuz yerler yaşamın muhteşem akışını anladığınız yerlere dönüşüyor.
Bahçelerde dolaşıp elmalara, ayvalar, zeytinlere her dokunduğumda Kurtuluş Savaşımızın son gazilerimizden Gazi Ömer Küyük'ün bir gazeteci ile yaptığı  söyleşide anlattıkları hiç çıkmıyor aklımdan. İlk okuduğum andan itibaren aklıma, gönlüme kazınan;  her aklıma geldiğinde gururlandığım o sözler şöyle;

'' Gazetelerde, 'yok işte şurada yaşayan İstiklal Savaşı gazimiz perişan, yoksulluk içinde ömrünü sürdürüyor' diye yazıyorsunuz. Sakın böyle yazma. Bak çocuk, yoksulluk her zaman mutsuzluk, zenginlik ise mutluluk getirmez. Niye sefalet çekelim ki, insan daha ne ister bu fani dünyada. Bak işte görüyorsun elmalar dalından, petekler balından geçilmiyor. Üstelik bu nimetler istiklali olan bir topraktan çıkıyor. Lezzeti de oradan geliyor. İşte aynen böyle yaz. Biz sadece meyveler daha tatlı olsun diye savaştık.''
Emperyalizme karşı verilen Kurtuluş Savaşımızı (ki  bu kutlu mücadeleye verilebilecek en güzel isimdir Kurtuluş Savaşı) kanlı ve acı dolu korkunç bir savaşı böyle bilgece, bu denli insani gerekçelendirebilmek bu topraklarla yoğrulmuş Anadolu insanının binlerce yılda geliştirip, biriktirdiği kültürüyle mümkündür.

Keşke olanağım olsa da o söyleşiyi bu ülkenin okullarında , bu ülkenin bütün çocuklarına okutabilsem. Okutmakla kalmasam, bir yolunu bulup anlamalarını, gururlanmalarını, topraklarını, vatanlarını sevmelerini sağlasam.

Bu yazıyı 30 Ağustostan bir gün sonra yazıyorum. Bekledim. Yazmadım.  Bereketten yerlere sarkmış dalları, rengarenk meyveleri   ne zaman görsem Kurtuluş Savaşı Gazimiz Ömer Hüyük'ün sözleri çınlar içimde. Savaşlar güzel değildir ama kanın oluk oluk aktığı, esaretten kurtulduğumuz, bütün gücümüzle, bütün varlığımızla savaştığımız o cehennemi bu denli güzel gerekçelendirmek ne kadar kutsal ve ne kadar haklı bir savaş verdiğimizin de kanıtıdır.

Neye inandığınız ya da inanmadığınız beni ilgilendirmiyor ama lütfen canlarını ortaya koyarak meyveleri daha tatlı kılan insanları anın, dua edin, güzel dileklerinizi gönderin ruhlarına. İnanın bu onlardan çok size iyi gelecek.

Tek bir savaş vardır; insanlığın emperyalizme karşı verdiği savaş. Ve bir çok insan hâlâ farkında değildir bu savaşın hiç bitmediğinin, hep devam ettiğinin. Geçmişinize sahip çıkarsanız tarafınızı seçmiş olursunuz. Bizler bir çok kere yendik emperyalizmi. Gene yeneriz.