Beylikler zamanında başlayan, devletin siyasî ve malî gücünün artması ile paralel gelişen vakıfların ilk kuruluşu, Orhan Gazi zamanında olmuştu. İznik’te ilk Osmanlı medresesini kurarken onun idaresi için yeterli geliri temin edecek gayri menkul de vakfetmişti. 1856 yılına kadar şehirlerimizin belediye teşkilatından bulunmuyordu. Bu tarihten önce su, ulaşım, aydınlatma, temizlik, asayiş gibi belediye hizmetleri hep vakıflar tarafından gerçekleştiriliyordu. Su kanalları, su kemerleri, maksemeler, çeşmeler, sebiller, kuyular, hamamlar vakıf kuruluşlardı. Sebiller ve güvercinler, Ziya
Osman Saba’yı hatırlatır bana:

Çözülen bir demetten indiler
birer birer,
Bırak, yorgun başları bu
taşlarda uyusun.
Tutuşmuş ruhlarına bir damla
gözyaşı sun,
Bir sebile döküldü bembeyaz
güvercinler...
Nihayetsiz çöllerin üstünden
hep beraber
Geçerken bulmadılar ne bir
ot ne bir yosun,
Ürkmeden su içsinler yavaşça,
susun, susun!
Bir sebile döküldü bembeyaz
güvercinler...
En son şarkılarını dağıtarak
rüzgâra,
Beyaz boyunlarını uzattılar
taslara...
Bir damla suya hasret
gideceklermiş meğer.
Şimdi bomboş sebilden selviler
bir şey sorar,
Hatırlatır uzayan dem çekişleri
rüzgâr
Mermer basamaklarda uçuşur
beyaz tüyler.

Sebillerde buzlu su, şerbet dağıtılırdı. Yol, kaldırım ve köprü yapımını vakıflar sağlıyordu. Bazı hayır sahipleri kurdukları vakıflarla “kandilciler” tutuyor, yine vakıf geliri ile kandil ve yağ alarak sokakları aydınlatıyorlardı. Tuvaletler için bile vakıflar kurulmuştu. Bekçi ücretleri vakıflardan ödeniyordu. Vakıf hastanelerde her din ve ırktan insan tedavi ediliyor, gerekirse ücretsiz ilaç veriliyor, doktor sağlanıyordu. İmaretlerde yoksullara, yolcu ve konuklara her gün yemek yediriliyordu.

Osmanlı padişahları, hastaneler, mescitler, köprüler, âlimler, kadılar ve benzeri kamu yararı bulunan âmme hizmetlerini, devlete ait bazı gelirleri, vakıf adıyla tahsis ederek yürütmüşlerdi. Hemen her divan şairinin, başta hükümdarlara olmak üzere yaşadıkları devrin ileri gelenlere söylenmiş kasideleri övgüleri vardır. Bu övgülerde, kılıcının heybetinden atının nallarına kadar, hemen her konu abartılı bir şekilde ele alınmıştır. Ancak, vakıflarına, yaptığı hayırlara, kalıcı eserlerine pek değinilmemiştir. Ya da Nefi’nin Sultan Ahmet’e yazdığı övgüde olduğu gibi, birkaç beyitle geçiştirilmişti. Çünkü hayır işleri gizli kalmalıydı.
“Hayreder niyyeti her demde
acep mi olsa
Böyle bir câmii-i hoş-tarh u lâtife
bâni
Habbezâ ma’bed-i pür-feyz-i
mukaddes ki bulur
Anda bir secde kılan mağfiret-i
Rahmânî”
(Böyle güzel camii yaptıranın,
her zaman niyeti, her zaman hayır,
iyilik işlemektir. Kutsal feyizlerle
dolu ma’bed, ne güzel ve sevimlidir
ki, bir kere secde eden Allah’ın
mağfiretine kavuşur)
“Mal ve mülk bana ağırlık veriyor. Bunları soylu ulusuma vermekle büyük mutluluk duyuyorum. Zenginlikten ne çıkar? İnsanın zenginliği kişiliğinde olmalı.” diyen Yüce Atatürk’ün arzusu ile, Umumi Evkaf Müdürlüğü, 1935 yılında Vakıflar Genel Müdürlüğü adını aldı. Bu müdürlükçe, tarihî değeri olan cami, çeşme, köprü vb. yapıları onarılıyor. Hayır işleri, ibadet yerleri, ulusal çıkarlara uygun olarak yönetiliyor, denetleniyor. Vakıf binaları, bahçeleri, çiftlikleri işletiliyor, kiraya veriliyor. Bugün de en önemli sivil toplum örgütü yapısında olan vakıflarımız, eğitimden sağlığa, kültürel faaliyetlerden bilimin tüm alanlarına yayılmakta, önemli gelişmeler sağlamaktalar. Daha etkili ve coşkulu çalışmalarını sağlayabilmek için, imkanı olanlar, vakıflara daha çok katkıda bulunmalı. Vakıf eserleri, günümüzü geçmişe bağlayan çok önemli köprü niteliğindedir. Bu eserlerin korunması gerekir. Büyük Atatürk’ün 1931 yılındaki talimatı, 75 yıl sonra da geçerlidir. Vakıf eserlerimize yeterince sahip çıktığımızı, onları ayakta tutabilmek için gerekli gayreti gösterdiğimizi söyleyemeyiz. Bu bağlamda, vakıf olmayan ama vakıf statüsü altında faaliyet gösteren kimi kuruluşların, gerçek vakıfların önünde, engel teşkil ettiği ve vakıf sistemine zarar vermekte olduğu da bir gerçek.