1789 Fransız devriminin sloganı ''özgürlük, eşitlik, kardeşlik'' gibi oldu bu yazının başlığı.  Bence yakıştı da. Çünkü bu çağda dostluk ve arkadaşlık kurmak devrim yapmak kadar zor artık.

İki tarih arasındaki ömür dediğimiz o muazzam boşluk siz nasıl isterseniz öyle doluyor. Ya ustura ağzında yaşar gibi yaşıyorsunuz. Kanmıyorsunuz, aldanmıyorsunuz, ihanete uğramıyorsunuz. Tek başınıza sadece kendinizi ''severek'' dolduruyorsunuz ömrünüzü. Kendinizi severek dedim ya önceki cümlede; sadece kendini seven insan aslında benliğinin, özünün, sevilmeyecek yapıda olduğunu anlamış ve bilinçli şekilde kendi korunma mekanizmasını yaratmış demektir. Belki de narsizm bir korunma mekanizmasıdır. Belki yeniden döneriz narsizm konusuna bilmiyorum. Ama fark ediyorum ki daha önce yazdığım ''Bay Hödük'' yazısı narsizm ile yeniden ele alınmalı.

Adlandırıyorlar ya çağları; ben de bu yaşadığımız döneme yalnızlık çağı demek istiyorum. Narsist kişilik bozukluğu çağı da  Bizi küçücük parçalara bölerek başardılar bunu. Küçücük dünyalar kurduk hepimiz. Arabalarımız var. Onların içinde yarattığımız kozalarımız. Ya da evlerimiz. Ev demişken, şimdilerde insan ikiye ayrılmıyor mu; evi kendinin olanlar ve kiracılar diye? Örnekleri çoğaltmak mümkün.

Birey olmak, tek başına ayakta durmak başka bir kavram, bunca kalabalığın içinde yalnızlaşmak başka. Aslında insan denen varlık güçlüdür, ıssız bir adada da yaşayabilir tek başına, tek başına bunca kalabalığın içinde de olabilir. Önemli olan yaşanan anın kalabalıklığı, ıssızlığı, seçilmişliği falan değil  kalitesidir. 

Hepimizin yanında insanlar var. Bazıları zorunluluktan bazıları  bizim seçimimiz. İhanet sözcüğü de dostlukla doğru orantılı. Etrafımız kendi benliklerini bir parça kabul edilir kılmak için çevresindeki her insana ihanet edebilecek müptezellerle dolu. Kendilerine sunulan nezaketi aptallık olarak niteleyip görünmediklerini zannederek her türlü entrikaya başvuruyorlar.

Bizler hepsini görüyoruz. Saklanamıyorsunuz bizlerden. Aldanmış da değiliz. Sadece yorgunuz. Artık uğraşmak istemiyoruz sizlerle. Ve çok insani bir refleks ile sizlerin insan olduğunu düşünüyoruz. Düşünmek dediysem lafın gelişi. Düşünmekten de vazgeçtik çoktan. Sadece Tanrıdan ''insan'' çıkmanızı diliyoruz. Çünkü yorgunuz. Çünkü hiç kavramına yakın çıkarlarınız için binlerce ihanete uğradık. Bu yazıyı sen de okuyorsun biliyorum. Evet o hain sensin. 

Dostluktan ve arkadaşlıktan söz etmek için yola çıktım bu yazının başlangıcında. Öyle çok yaram varmış ki uğradığım ihanetlerden dolayı ne yazı bitti ne de sırtımda saymaya çalıştığım hançer yaraları.

Ticaret ile uğraştığım dönemde bir müşterim vardı. Makine yağları konusunda zamanının en iyi isimlerinden biriydi. İflas etmiş, benden aldığı bir ya da iki varil yağı satarak para kazanmaya çalışıyor. Benden iki varil yağ alıp gitti.  Rahmetli babamla yazıhanede oturuyoruz aramız da şöyle bir konuşma geçti;

-Oğlum bu adama yardımcı ol, düştüğü çukurdan çıkar. 
''Nasıl'' diye sordum. 
-Yağ ver. Çağır ve 15 varil yağ ver. Satsın gelsin, paranı al 15 varil daha ver.
-Baba  bu adam bizi dolandırır.
-Olsun oğlum, daha da güzel ya bunu bilerek ver.

Çağırdım ve verdim 15 varil makine yağını. Asla dönmedi geri. Babamın ölümünden yaklaşık sekiz ay, bu olaydan 20 yıl sonra Çanakkale Bayramiç'te bir otel odasında yazıyorum bunları. Ve anlıyorum ki benim babam kanadı kırık, yaralı bir dervişmiş.

Victor Huga'nun Sefiller romanında okuduğum gümüş takımları çalan ve yakalanan Jean Valjean'a iki gümüş şamdan daha veren karakteri babam yaşatmış bana. Bu noktadan sonra sayfalarca yazabilirim. Yaşadığım bu muhteşem deneyimi emin olun bu yazı yazmaya başladığımda fark etmemiştim. Şimdi fark ediyorum ve şaşkınım. 

Benim babam kanadı kırık, yaralı bir dervişmiş.