Kim demiş doların artışıyla ilgili olarak "Dolsa ne yazaaar, dolmasa ne yazar" diye. Bir de çok bilmişlik yapıp "Biz marketten, bakkaldan dolarla mı alışveriş yapıyoruz" diyenler yok mu. En az doların her kuruş artışında parmaklarını şıklatıp göbek atmaya yeltenenler kadar parazit tipler bunlar.

Ekonomi ciddi iş. Öyle birkaç gazetede ekonomiyle ilgili kalem oynattın, bir televizyonda program yapıp esip gürleyip, her önüne geleni infaz ettin diye ekonomi yönetmeye kalkınca duvara toslarsın. Bu yüzden, ekonomi konusunda kelam edip de ardından yanıldığını halde hiç mahcup olmayan yüzsüzleri de anlayamıyorum. Bizim oralarda "kalaylı bunun yüzü" derler bu tiplere. Hatta "yüzüne tükürsen şükürler olsun yağmur yağıyor" diye de bir tabir var.

Aslında olay çok basit. Öyle tuğla gibi kitaplar okumuş olmaya, iktisat tahsili almış olmaya da pek gerek yok. Olayın ana hatlarını anlamamız, önümüzü görmeye de yetiyor. Detaya girdikçe içinde kaybolup gidiyoruz. İşin detay bölümü, uzmanların işi...

Kim ne derse desin, doların değer kazanması sadece Türkiye'ye özgü birşey değil. ABD Merkez Bankası FED'in faizleri artırmasıyla birlikte dolar küresel ölçekte değer kazanmaya başladı.

Bizim sorunumuz, Türk Lirası'nın dolar ve euro karşısında en fazla değer kaybeden para olması... Bu iki para biriminin her kımıldamasında bize "zarar" yazıyor, "açık" yazıyor, "zam" yazıyor. Yazıyor oğlu yazıyor... Tuzu kurular, şirketleri yurtdışında bulunanların umurunda olmaz ve "Dolsa ne yazaaar, dolmasa ne yazar" diyebilir dalga geçercesine. Ama yazıyor işte...

* * *

Peki Türk Lirası neden dolar ve euro karşısında en fazla değer kaybeden para birimi oluyor? Bununla ilgili çok sayıda senaryo var. En ucuz senaryo "küresel operasyon" gözükse de, tek başına öyle değil. Evet, küresel operasyon var ama biz operasyona müsait olduğumuz için var. Küresel para babaları, Türkiye'nin 2018 yılında ödemesi gereken 170 milyar doları aşkın borcu döndürebilecek şekilde açmadı bu sefer musluğun ağzını. 2001 bankacılık krizinde de böyle yapmışlardı. Ama o zaman da haklı sebepleri vardı. Verdikleri para borca yazıyordu ve 2000'li yıllarda bir kara deliğe girip kayboluyordu. Bankalara verdikleri krediler, bankaların sahipleri ve yakınları tarafından hortumlanıyordu. Sonuç; bankaların iflası ve milyarlarca liranın Türk halkının sırtına yük olarak bindirilmesi...

O zaman da "hesapsız kitapsız" bir borçlanma trafiği vardı anlayacağınız. 

Aslında bugünlerin ayak seslerini aylar öncesinden hepimiz duymadık mı? Merkezini Londra'ya taşıyan, hatta "mal kaçırıyor" söylentisine neden olan, bu yüzden Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın bir konuşmasında "Yurtdışına para kaçırmaya çalışanları affetmeyiz" sözünü sarfettiği kişiler işaret fişeği değil miydi? Her ne kadar "Varlıklarımızın büyük bölümü Türkiye'de" diyerek durumu geçiştirmeye çalışsalar da, ardı ardına birçok sektörden çekilen işadamlarımıza rastlamadık mı?

* * *

Kabul etmemiz gereken bir gerçek var. Ekonomimiz beton yorgunu. Parayı emlak piyasasına gömdük, en çok inşaat sektörüne destek verdik ve onlar da artık eskisi gibi satamıyor. Çünkü orada da deniz tükendi. İnşaat sektörünün bundan sonra İstanbul'da yeni projeler yapması zor. Yaparsa da, vatandaşın arazisini "riskli alan", "zorunlu kamuaştırma" gibi gerekçelerle elinden alıp, onlara tahsis edersen yapabilirler. Arsayı 1 liraya alır, inşaatı 1 liraya maleder ama satışı 10 liradan yapmaya devam eder. 

İnşaat sektöründeki tıkanıklığın, bankacılık piyasasına da yansıdığı, kredilerin döndürülemez hale geldiği artık sır değil. Bu yüzden hükümet kamu bankalarını öncü yaparak "konut faizinde düşüş" kampanyası başlattı. Orada da sınır koydu. Eğer alacağın konut 500 bin liradan daha ucuzsa, krediyi kampanya faiziyle vermiyor bankalar. Yani, lüks konut almayana ucuz kredi yok. Amaç; bankaların konut kredisi satmasını sağlamak değil, elde kalan lüks konut stoğunu eritmek. Plazaları, rezidansları elinde kalan ve topu dikmek üzere olan firmaları rahatlatmak. Satılmasa ne olur? En fazla o konutlar, inşaat şirketinin kredi aldığı bankaların envanterine geçerdi. Tıpkı, kredisi ödenmediği için el konulan otomobillerin, devasa otoparklarda stoklanması, yok pahasına satılması gibi bir durum da yaşanabilirdi. 

* * *

Vatandaş olarak bizim bu durumda yapabileceğimiz pek fazla birşey yok. Ekonominin ayarlarını bozanların elleri ayakları ve ağızları rahat duracak. Dış borca, yani el parasına güvenerek yatırım yapanlar da paşa paşa borçlarını ödeyecek. Bu yükü vatandaşın sırtına sarmaya kalkan kim olursa olsun, faturasını bir şekilde ödeyecek. Eğer, sen üretebilerek bu borç yükünün altından kalkabilecek durumdaysan, o dış güçler istediği kadar uğraşsın kılına dokunamaz. Eğer sen, "adalet mülkün temelidir" düsturuna göre hareket eder, parası olana güven verirsen, o dış güçler, komplocular avuçlarını yalar...

Sizin dış güçler dediğiniz, bizim bu sütunda sürekli olarak "küresel çete" diye tarif ettiklerimizle aynı. Nasıl tarif ediyorduk "küresel çete"yi: Parayı yöneten, silahı üretenler...
Eğer gerçekten "ekonomik iflas" tablosu tamamen dış güçlerin işiyse, aklıma tek bir soru geliyor: Henry Kissinger ve bağlı bulunduğu çete bu sefer ne istedi de vermediniz?