Sarıkamış harekâtına katılan kurmay subay Şerif Bey anılarında şöyle yazmıştı: "Yol kenarında karların içinde çömelmiş bir asker, bir yığın karı kollarıyla kucaklamış titreyerek feryat ederek dişleriyle kemiriyordu. Kaldırıp yola sevk etmek istedim. Beni hiç görmedi, zavallı çıldırmıştı. Bu suretle şu lanetli buzullar içinde biz belki on binden fazla insanı bir günde karların altına bıraktık ve geçtik." 

Enver Paşa acımasız emrini vermişti: "Saldırı sırasında her üst, bir adim geri atanı derhal tabancası ile öldürecektir." Askerler, bu durum karşısında dillerinde kelime-i şahadet ile bilerek ölüme yürüyorlardı.. Yürüdükçe terliyorlardı. Terler sıratlarında donuyor, ölüme bir adım daha yaklaşıyorlardı. Artık bu uzun yürüyüş sonucu askerler dökülmeye başlamışlardı. 

Önce ayaklarda bir sızı duyuluyordu. Gündüz başlayan yürüyüşte yumuşayan çarıkları, gece donmaya, bir mengene gibi ayaklarını sıkmaya başlıyordu.. Adım atamayacak hale geliyorlardı. Oldukları yerde zıplıyorlardı.  Sızının ardından hissizlik başlıyordu. Bu parmakların donduğunu gösteriyordu. Sonra donma bileklere çıkıyor, asker aniden yere düşüyordu. Kurtların bile saklanacak bir delik aradığı bu havada, yere düşen bir askere kimse yardım edemiyordu.  Asker, açlığın, yorgunluğun etkisiyle uyuşuyor, bir kenara kıvrılıp uykuya dalıyordu. Uyku ölümün kapısıydı. Önce vücudu kristal bir buz tabakası kaplıyor, ardından bütün beden, kaskatı kesiliyordu. Ölüm, tatlı bir uykunun ardından böyle geliyordu.  Sağa sola serpilmiş, ayakları kolları havada, ağızları açık, gözleri buz mavisine dönmüş kas katı bedenleri araziye yayılıyordu. Ordu eriyordu. 

Ölümün bu kadar yanı başında olduğunu gören erler çıldırıyor, çığlıklar içinde karanlıklar içinde koşmaya çalışıyor, bir daha geri dönmüyordu. Kimi askerler,  intihar edercesine bir ağacın dibine usulca uzanıyor, ölümün kendisin bulması için şahadet getirerek bekliyordu. Ölüm sabırlı bir şekilde bekliyor, yere düşen askeri alıp götürüyordu. 

Allahuekber dağları 26 Aralık gecesi, çıldıran, acı çeken, isyan eden ölmek istemeyen kaçan askerlerin çaresizlik içinde yürekleri parçalayan çığlıklarıyla inliyordu. 

On beş saatlik yürüyüşün sonunda, 16.300 kişilik 30. tümenden geriye 1.400 asker kalmıştı. Düşmana karşı tek bir mermi atamamışlardı. Diğer birliklerin de bunlardan farkı yoktu.. Kayıpların sayısı, en iyimser tahminle 70 bin kişiydi. Bazı kaynaklarda bu sayı 90 bine ulaşıyordu. Sonuçta, yalnız bir gecede binlerce asker, beyaz karların üzerine cansız serpilmişti. Kalanlar ise açlıkla, bitlerle, tifüsle, soğuk algınlığı ve kangrenle uğraşıyorlardı.

Güneş ışıkları 27 aralık sabahı Allahuekber dağlarının yamaçlarına vurduğunda, sağa sola serpilmiş on beş bin askerin donmuş bedenini de aydınlattı. Bir gecede on beş bin asker bir tek kurşun atmadan donup gitmişti. 

Bunlar Sarıkamış'ta bir haftada donan askerlerin bir bölümüydü. Aynı güneş Bardız ve çevresinde Sarıkamış'a giden bütün hatlarda bir hafta boyunca donmuş bedenler üzerinde parıldayacaktı. Isı biraz arttığında eriyen karların altında kardelen çiçekleri gibi, askerlerin soğuk bedenleri ortaya çıkıyordu. 

Sarıkamış'ta yaşlılar, kendi babalarının dedelerinin naklettiklerini naklederler: "Buradan o dağlara baktığımızda, üzerine kar düşmüş çalılıklar görürdük. O çalılıkların, kurda kuşa yem olmuş askerlerimizin kemikleri olduğunu oraya gidince anladık." 

Toplam ölü sayısı bilinmiyordu. Ama tümenler, kol ordular artık parmakla sayılacak kadar azalmıştı. Sürekli hücum emirleri veren Enver paşa, Eline ulaşan pusulalardan durumun vahametini anlamıştı. Bir kareli kâğıt çıkardı vasiyetini yazmaya başladı. 

"Şimdiye kadar asker ve zabitler hiç kusursuzdular. Her manevrayı yaptılar. Eğer Allah da yardım ederse, muvaffakiyet katidir. Eğer muvaffak olamazsam son neferimle beraber öleceğim. Bu halde vasiyetim: 

Ben vazifemi yaptığımı sanıyorum ve öyle ölüyorum. Düşmana sonuna kadar karşı koyunuz. Her halde sonunda muvaffak olacağız. Ben hareketime nedamet etmeden müsterih olarak ölüyorum. Yaşasın Müslümanlık, Osmanlılık ve Osmanlıların padişahı Sultan Mehmet Han.. Servet namına bir şeyim yoktur. Mamafih ne varsa eşim Sultan Efendi Hazretlerine bırakıyorum.  Enver"

İstanbul'a çekilen telgraflar yaşanılanlardan farklıydı: 

 "Kafkasya dağları ve tepeleri beyaz bir örtüyle örtülüdür. Kar hemen hemen bir metreyi geçmiştir. Harekâttaki sessizlik bundandır. Kahraman askerlerimizde ilerleme isteği o kadar çoktur ki, ellerinden gelse soluklarıyla karları eritip yol açacaklardır. Karı daha az olan kesimlerde kahramanlarımız başarılar elde ediyorlar. Dün süngü saldırısıyla düşmandan iki mevzi ele geçirilmiştir."