Postacı yıllık izine çıkmış. Ama her gün posta dağıttığı sokakları birer birer gezmekteymiş. Sormuşlar:

“Yahu sen izinde değil misin?”

“Evet.”

“Yine aynı sokakları dolaşıyorsun.”

“Ama sırtımda çanta yok!”

Elbette biz de zaman zaman izin kullandık. Ama kırk tarakta bezi bulunanın izinli diye yan gelip yatması mümkün değil. Yine Cağaloğlu’nun sokaklarını arşınlıyoruz.

Bilge Kağan olarak kaynak gösterilen bir milli sesleniş vardır: “Türk-Oğuz beğleri, milletim, işitin! Üstte mavi gök çökmedikçe, alta yağız yer delinmedikçe, senin ilini ve töreni kim bozabilir... Ey Türk! Silkelen kendi özüne dön''

Bu seslenişi çok severim. Ne yazık ki bir siyası slogan olarak “Ey Türk! Titre ve kendine dön!” diye kullanılınca, kimileri aidiyet korkusundan söylemeye çekinir oldu.

Her şey gözlerimizin önünde oluyor. Konuşuluyor, gösteriliyor. Ama biz derin bir uykuda olduğumuz için hiçbir kayıt, yargıya varma, akıl yürütme yapamıyoruz.  At gözlüğünden vaz geçemiyoruz,

Özellikle ilk gazetecilik yıllarımda, belki hocam Prof. Dr. Abdülkadir Karahan’ın etkisiyle Pakistan’ın milli şairi Muhammed İkbal ile çok ilgilenirdim. İkbal için anma programları yapılır, konuşmacı olurdum. Prof. Dr Abdülkadir Karahan hocam İkbal’in bir şiirini bana okuturdu. Buraya aktarayım, sizde okuyunuz: 

“Derin uykuya dalan gonca uyan, uyan kalk;

Nergis gibi gözünü açıp etrafına bak;

Safâ sarayımızı keder talan etti bak;

Kuşlar ötüyor uyan!

Bu ateşli feryatlar

Her tarafı kavurdu.

Her tarafta bir figan…

Uyan derin uykudan,

Derin uykudan uyan!

Derin uykudan uyan!

Bak bütün Şark ne halde,

Külü göğe savrulmuş..

Boğulmuş bir inilti, susuyor…

Eseri yok.. Bu kaybolmuş bir feryat.

Bu toprakta her zerre bir muzdarip nazardır.

Hindistan’dan isyan et; Semerkand’dan,

Iraktan, Hemedan’dan tuğyan et;

Bir hayat göster, canlan..

Uyan derin uykudan,

Derin uykudan uyan!

Derin uykudan uyan!

 

Seher vaktidir, güneş ufukta yükseldi bak!

Seherin kulağına kanlı bi küpe taktı

Sahralardan, dağlardan, kafileler, kervanlar

Yola koyuldu uyan!...

Ey dünyayı gören göz, anlayan göz!

Uyan da gör ne haldedir cihan!

 

Uyan derin uykudan,

Derin uykudan uyan!

Derin uykudan uyan!

Sen ne biçim ummansın? Ovalar sakin!

Böyle deniz olur mu, artmıyor eksilmiyor.

Kabaran dalgalar yok, timsahlar kaynaşmıyor,

Böyle deniz olur mu, bu denizin yarılmış göğsünden

Başı göğe eren bir dalga ol da ufuklara kanatlan!

 

Uyan derin uykudan,

Derin uykudan uyan!

Derin uykudan uyan!

 

Hakkı ezeli kanunu sana, sana emanet edilmiştir.

Allah’ın varsa eğer, sağı sen, solu sensin!

Onun serveti sen, onun kudreti sensin!

Topraktan yaratılan bir kulsun sen, ey insan.

Lakin zemin de sensin, evet zaman da sensin.

Hakka ermek sırrının şarabını iç ve kan!

Şüphe uçurumundan fırla, kendini kurtar!...

Ne duruyorsun davran!

 

Uyan derin uykudan,

Derin uykudan uyan!

Derin uykudan uyan! “

Peki uyandık mı? Ne gezer. Ne Pakistan ne Türkiye ne İslâm alemi… Horlaya horlaya “bi-hal” oluyoruz.

Metin Eloğlu’nun da uyanmayla ilgili bir şiiri var. Ancak olana toplumsal ulanmadan çok ferdi uyanma olarak bakabiliriz:

“Hadi uyan

 Gün ışığı çilemeye başladı başucunda

 Denizler bir mavilik edindi günden

 Seher yeline uyup kuşlar yerinden uçtu

 Bu türküyü dinlemeyecek misin?

 Hadi uyan

 Aydınlığa çık da çil gözlerin ışısın

İlkyazlar sıcağı biriksin yüreğine

 Yoksul olsan da uyan

 Garip olsan da uyan

 Mademki güzelsin, güzeli yaşatmak için

 Mademki iyisin, iyiyi yaşatmak için

 Mademki umutlusun, umudu yaşatmak için

 Hadi uyan

 Denizi dinle, yaşamak desin

 Toprağı dinle, barışmak desin

 Göğü dinle, sevişmek desin

 Bir plak konmuş gibi gramofona

İşte aşk, işte özlem, işte savaşmak gücü

 Uyan diyor uyansana

 Hadi uyan

 Sevdiğim uyan

 Ne olur uyan !”

Dönelim İkbal’e:

Derler ki, İkbal İngiltere’den Pakistan’a giderken uçak Türkiye sınırlarına girip çıkıncaya kadar ayağa kalkar ve saygısının göstergesi olarak oturmazmış.

1877-1938 yılları arasında yaşayan Muhammed İkbal, Türk milletinin yakın tarihteki sıkıntılarıyla ilgilenmişti. Bu ilgisini daha 1911'de Trablusgarp Savaşı şehitleri için yazdığı şiiriyle mısralara aktarmıştı. Bu şiirde İkbal, huzuruna çıktığı Hz. Peygamber'in kendisine hediye olarak ne getirdiğini sorması üzerine cennette bile bulunmayan bir hediye getirdiğini söyleyerek içinde Türk şehitlerinin kanının bulunduğu şişeyi Resûlullah'a sunar.

İkbal, sömürgecilik döneminde bağımsızlığını koruyabilen tek Müslüman millet olarak Türkleri övmekteydi. Türkler'i aynı zamanda "İslâm rönesansını" gerçekleştirebilecek potansiyele sahip olarak da görmekteydi.

İkbal’e sırt çevirip “Derin uykudan uyan”mayalım mı?