18 yılı geride bıraktık... 
Türkiye üzerine kara bulutların çöktüğü gün; 17 Ağustos 1999...
Ders aldık dememiz çok mümkün değil...
İlk aylardaki duygusallık, hassasiyet ve iyi niyet gitti... 
Vurdumduymazlık, lakaytlık vaziyetine geri döndük...
18 yıldır aynı şey tekrarlanıyor, her 17 Ağustos öncesinde deprem konusunda uzmanlar konuşur, uyarır, olası senaryolar anlatılır...
18 Ağustos olunca her şeyi unuturuz, kaldığımız yerden devam ederiz...
Türkiye deprem bölgesinde, sadece İstanbul değil, neredeyse bütün bölgeler risk altında...
Hatta neredeyse her hafta bir bölgeden küçük de olsa deprem haberi geliyor...
Yine de uslanmıyoruz, tedbir almıyoruz...
Örneğin İstanbul, hiçbir planlama, programlama yapılmadan kuleler dikiliyor...
Depremden hemen sonra beş kattan fazla yüksek binalara izin verilmeyeceği söyleniyordu...
Şimdi 20-30 kattan aşağı neredeyse bina yapılmıyor... 
Hiçbir yerde boş alan kalmadı gibi... Yeşil alanlarda bile kuleler yükseliyor...
Kentsel dönüşüm denilerek sağlıklı ve depreme dayanıklı olmayan binalar yıkılıyor...  Ama yıkımlar deprem bölgelerinden çok, parasal getirisi yüksek yerlerde yapılıyor...
Sonuç değişmiyor, yine risk var, yine tedbir alınmıyor...
Sadece konuşuyoruz... Küçük bir deprem olduğunda veya her 17 Ağustos'ta deprem uzmanlarını ekrana çıkarıyoruz... Olası İstanbul depremi üzerine senaryoları konuşuyoruz...
Bir deprem olursa, İstanbul'da şöyle olur böyle olur diye tüm olumsuz senaryoları anlatıyoruz... Ama olası depremi en az hasarla atlatmak için alınan tedbirleri konuşan yok... Çünkü tedbir yok...
Deprem senaryolarını konuşmak yerine, depreme karşı hazırlık yapmak daha akılcı değil mi?
Konuşarak depreme çare bulunmuyor...

***

İhmal oğlunu öldürdü

Günün yoğunluğu geçmiş, acil servis sessiz bir hal almıştı. Akşam tedavilerini henüz bitirmiş, ofiste çay içmeye gitme telaşındaydım. Günün ilk çayını içme fırsatı yakaladım diye mutluydum. 
Ofise geldiğimde hemşire odasının telefonu çalıyordu. Oturduğum yerden büyük bir güçlükle ayağa kalktım ve telefona gittim. Karşımdaki ses, acilde trafik yaralılarının olduğunu, içlerinde çocukların da bulunduğunu, damar bulamadıklarından dolayı acile yardıma gelmemi söylüyordu. Tüm yorgunluğumu unutmuş, hızla acil servisine yönelmiştim ki, diğer telefonda nöbetçi hekimin, beyin cerrahi hekimiyle, gelip gelmeme konusundaki tartışmasını duydum. Nöbetçi hekimin sesi ortalığı çınlatıyordu:
? Ne yapalım? Bırakalım ölsün mü bu insanlar? Gelmek zorundasınız!
? Gittiğiniz davet beni ilgilendirmez! Madem çok önemli bir davetti nöbet değiştirseydiniz.
- Siz Hipokrat yemini etmediniz mi?
Konuşma böyle sürüp giderken koşar adım acil servise gittim. Her yer kan revan içinde, ağlayan, koşuşturan, yakınını bulmaya çalışan bir yığın insan vardı. Bu kalabalıkta sağlıklı bir iş nasıl yapılırdı bilmiyordum.
Ama herkes elinden geleni, birilerine bakma gayretini gösteriyordu. Acil serviste yatak kalmamış, sedyelere insanlar yatırılıp ilk müdahale yapılıncaya kadar bekletiliyor, personel yetersizliğinden, hastaları yukarı aileleri çıkartıyordu.
Onca kazazede içinde başında kimsesi olmayan ama durumu da oldukça ağır 15?17 yaşlarında bir genç vardı. Gerekli müdahalesi yapılmış, fakat sevk edildiği beyin cerrahi hekimi henüz görev yerine gelmediği için orada bekletiliyordu. Kendime ait serum ve tedavileri uyguladıktan sonra, o çocuğun başına giderek ilgilenmeye çalıştım. Şuuru yerindeydi, konuştuklarımı anlıyor, fakat cevap veremiyordu. Hayatının son anlarını yaşadığını görüyor ve yalnız olduğu için korkunç derecede üzülüyordum.
Onu orada yalnız bırakamıyordum. Genç, iyice kötü olmuştu. Ellerimi sımsıkı tutuyordu. Bırakma dercesine gözlerinden yaşlar süzüldükçe, kendimi tutamaz hale gelmiştim. Eğildim, yanaklarından öptüm, “Seni bırakmayacağım, sakin ol, sakın üzülme” diyordum.
Hiç tanımadığım, daha önce hiç görmediğim bu gence anlatılmaz bir yakınlık hissediyor, sanki onun acısının aynısını çekiyordum. Çok acı çekiyordu, hem yalnızlığından, hem de geçirmiş olduğu beyin travmasından...
O artık aramızda değildi. Bu dünyayı terk etmişti ve ben gelmeyen doktoru suçluyor, içimden lanetler yağdırıyordum.
Derken beyin cerrahi hekimi gelmişti. Hastanın, daha doğrusu ölmüş gencin üzerindeki çarşafı almamı söyledi. Çarşafı kaldırdığımda, doktor hiçbir şey söyleyemeden yere yığıldı.
Ne olduğunu anlamaya çalışıyordum. Yemekli bir davetten gelmişti, acaba çok mu sarhoştu ya da kalp krizi mi geçiriyordu, diye düşünürken diğer hekim arkadaşları olaya müdahale etmişlerdi bile.
Ölen o gencecik insanın babasıydı bu doktor. Ne yazık ki, kendi evladının tedavisi için çok geç kalmıştı. Kötü günde oğlunun acısıyla felç geçirmiş ve görevine bir daha dönememişti.

*****

TEBESSÜM

Hepsini içtik

Trakya'da trafik polisi, bir aracı durdurur ve içindeki gençlere sorar:
- Gençler alkol var mı?
Gençler cevap verir:
- Yok valla, hepsini bitirdik.

****

GÜNÜN SÖZÜ

Akıllı adam aklını kullanır. Daha akıllı adam başkalarının da aklını kullanır. -Bernard Shaw