Yıllar önce gelmiş ve vurulmuştum bu bölgenin güzelliklerine. Bu yüzden işimi, hayatımı, her şeyimi buralara taşıdım. Dünyanın oksijen açısından en yoğun bölgesinde, Kaz Dağlarının eteklerindeyim. Dağlardan gelen bol oksijenli havayı soluyoruz buralarda. Dört saat uyuyunca uykunuzu almış olarak uyanıyorsunuz.

Uzun uzun düşündüm ne yazacağımı. Aslında yaşadığımız ekonomik krizden söz etmek istiyordum ama son dönem yaşadıklarımdan dolayı hep hüzünlü yazılarla çıktım karşınıza ve vazgeçtim yazmaktan. Vazgeçtim desem de, belki değiniriz bu yazının içinde bir yerlerde.

Şu anda arkamda Kaz Dağları var. Dağ, taş zeytin dolu. Buradan yola çıkıp İzmir’e gidecek olursanız devasa bir zeytin ormanından geçerek ulaşırsınız İzmir’e. Keza Çanakkale yönü de aynıdır. Zeytin ormanıdır sağınız ve solunuz.

Yabancılar Ege’yi ‘’Dağlarından yağ akar, ovalarından bal akar’’ diye tarif etmişler yıllar boyunca. İncirden ve zeytinyağından söz etmişler.  İlk demir yolunu Selçuk’tan İzmir’e döşemiş bu ülkeyi sömürmek amacıyla gelen yabancılar. Aydın Ovası’nın bereketini önce İzmir Limanına, sonra Avrupa’ya taşımak için. Taşımışlar da. Aldığımız borçları ödeyemeyince, kurdurmuşlar Düyun-u Umumiye’yi; her şeyimize el koymuşlar. İncirimizi, zeytinimizi, üzümümüzü haraç mezat almışlar.  Bu topraklar zenginliğiyle, bereketiyle yüzyıllar boyunca tüm ülkelerin sahip olmak istediği, bu uğurda savaştığı yer olmuş. Hâlâ gizliden bir savaş sürüyor bu ülke ve bu toprakları ele geçirmek adına. Stratejik konumumuz hakkında konuşmaya gerek bile duymuyorum. Biz Asya’nın kilidiyiz.

Önceleri kulaktan duyma öğrendiğim her şeyi, şimdilerde, buralarda yaşayarak öğreniyorum. Ne kadar bereketli bir yerde olduğumu örneğin. Burada birazcık toprağın, birkaç zeytin ağacın olduğu sürece kimseye muhtaç olmadan yaşayabileceğini öğrendim. Toprağın bereketini, Kaz Dağlarının rüzgarını öğrendim. Elinde çapa, tarlandan çıkmıyorsan eğer küçük bir toprak parçasıyla yaşamını sürdürebileceğini gördüm. O berekete ellerimle dokundum.  Şimdi böyle bir cennette yaşayıp içine düştüğümüz krizden söz etmek istemiyorum sizlere.

Bu ülke bize Tanrıdan bir armağan. Tıpkı bizlere verilen hayat gibi. Eğer bir gün cezalandırılacaksak verilen armağanın kıymetini bilmediğimiz için olacak. Kimseye ihtiyacımız yok.  Bu topraklar bize baktı, yine bakar.

Dünya değişiyor. İklimler değişiyor. Sıcaklık artıyor.   Sera etkisi bu ülkeyi tarım cenneti yapacak. Bunun herkes farkında, bir biz bilmiyoruz. Söyleyecek binlerce söz var. Söylesem çare olmaz sussam gönül razı değil.

Keşke sizlere buraları benim gözümden anlatabilsem. Elmaları göstersem. Ayvaların sararmasını seyretsek.  Beraber zeytin toplasak. Arı kovanlarından bal çıkarsak. Toprağa dokunsak. Bereketi hissetsek. Yeni sağılmış sıcacık sütleri evimize götürsek. Akşamüstleri yemek ve ekmek kokularıyla dolsa sokaklar. Komşuluk, arkadaşlık, kardeşlik yeniden girse hayatımıza. Bunca bereketin, bunca güzelliğin uğruna.

Bunca bereketin, bunca bolluğun içinde el kapılarına düşmek yaraşmıyor bizlere. Kimseler bir şey yapmadı bize, ne yaptıysak biz yaptık. Ve bu konuda binlerce cümle kurabilirim sizlere. Yüzlerce yazı yazabilirim. Sadece siz değil ben de sorumluyum bu durumdan.

Bütün dünyada tek bir çözüm, tek bir anahtar var bu kısır döngüden çıkış için. Ülkeni sev. Ülkeni karşılıksız sev. İnsanını sev. İnsanını bırakma. Toprağına dokun ve söylemekten çekinme, de ki; ‘’bu ülke benim, bu toprak benim, bu akan sular, bu göller, denizler benim’’

Denizin kenarındayım. Arkamda Kaz Dağları. Binlerce zeytin uyuyor karanlıkta.  Havadan, denizden ne alıyorsa biriktiriyor bizim için. Bu bereket bizim. Bu topraklar, bu sular, bu dağlar bizim.