Sivas'ta "gardaş" neyse, Elazığ'da "gakkoş" neyse, Erzurum'da "dadaş" odur. Yiğit, demektir, delikanlı demektir,  kardeş demektir.  Lise yıllarında Erzurum halk oyunları ekibine girmiş, bar oynamıştım.  Başbarı,  delloyu, hoşbileziği, temirağayı, tamzarayı, hançer barını  oynardık.  Bar başlamadan önce bir şiir okunurdu. "Vur davula davulcu, Dadaş dönüyor başım" dizesinin ardından davul sesi duyulduğunda, tozpembe dünyamda  yüreğim gümbür gümbür atardı. Şairini bilmiyorum. Ama ne güzel söylemiş:

"Bir türkü tutturmuştur Palandöken;
Bir türkü tutturmuştur hasret kokar
Kekik kokar, yayla kokar, yar kokar.
Akşam olur gölgelenir kayalar. 

Maniler yakılmış Erzurum ekin ekin
Türküler koşulmuş "Erzurum çarşı Pazar"
Sen ağlama demiş canikom "Kirpiklerin ıslanır"
Ben ağlım ki deli gönül ıslanır...."

Evet "Türk'ü anlamak için türkü dinlemek gerek" diyenler ne güzel söylemişler.  Erzurum'un türküleri;  uzun havalarıyla,  hoyratlarıyla, tatyanlarıyla ulusumuzun ruh atlası gibidir.  Halide Nusret Zorlutuna'nın bir şiiri var "Yayla Türküsü" adını taşıyor:

"Bingöl yaylasında bin renktir bahar,
O güzel adına kurban yaylalar!
Bir yudum suyunda bin bir şifa var,
Sarmaşır güneşle, öpüşür ayla,
'Yaylalar içinde Erzurum yayla'

Gülüne başka gül uyar mı ola?
Türküsünü Tanrım duyar mı ola?
Düşümde gördüğüm bu yar mı ola?
Sarmaşır güneşle, öpüşür ayla,
'Yaylalar içinde Erzurum yayla'

Damarında akan Türkün kanıdır.
Göğsünü kabartan Türkün şanıdır;
Yayla Türkün canı, öz vatanıdır,
Sarmaşır güneşle, öpüşür ayla,
'Yaylalar içinde Erzurum yayla' "

  Yayalalarında, gırcı gırcı karların erimeye, burcu burcu bahar  kokularının filizlenmeye durduğu  12 Mart'ın, Erzurumlu'nun yüreğinde ayrı bir yeri var.  Bu gün,  Erzurumlunun; "Zulmün kara güllesiyle, topu önünde, / İmandan fukara olan eğilir. / Bir karış toprağın öz kıymetini / Toprağa kanını döken bilir" diyerek kurtuluşa ulaştığı gün.

Ruslar ve onların yardakçısı Ermeniler,  kırk yıl önce de, 93 Harbi adıyla anılan Türk-Rus savaşında Erzurumlunun tokadını yemişti. 

1877 yılı kasım ayının ikinci haftasıydı. Türk-Rus harbinin kanlı ve karanlık günleriydi. Aziziye Tabyasını savunan bir avuç Türk askeri derin uykudaydı. Çevredeki  Ermeni köylerinden  harekete geçen kalabalık  çete, sinsice Tabya'ya girmiş, askerlerimizi kahpece kılıçtan geçirmişti. Arkadan gelen Rus kuvvetleri de savunmasız kalan Aziziye Tabyası'na yerleşmişti. 

Baskından  kurtulan bir asker, Erzurum'a kara haberi ulaştırmıştı. Minarelerden sabah ezânı yerine "Moskof Aziziye'ye girdi!" sesleri yükselmeye başlamıştı. Bir anda bütün Erzurum ayaklanıverdi. . Tüfeği olan tüfeğini kaptı, olmayan eline ne geçirdi ise; tırpan, kazma, kürek, sopayı alıp sokaklara döküldü. Erkekli, kadınlı halk Aziziye'ye doğru koşuyordu.  

Kenar mahallede oturan bir taze gelin vardı. Kocası cephedeydi. Bir gün önce, ağabeyi cepheden yaralı gelmiş ve kollarında can vermişti. "Moskof Aziziye'ye girdi" seslerini bu taze gelin de duymuş,  ağlamaya başlayan üç aylık bebeğini emzirip, uyutmuş, "Seni bana Allah verdi, ben de seni Allah'a emanet ediyorum yavrum" diye mırıldanmıştı. Şehit kardeşini alnından öperken "Seni öldüreni öldüreceğim ben de" diyerek  masanın üzerinden satırı kapmış sokağa fırlamıştı.  O da Aziziye'ye doğru koşmakta olan kadınlı-erkekli, taşlı-sopalı kalabalığın arasındaydı. Aziziye'de boğaz boğaza kanlı bir dövüş başlamıştı. Balta, tırpan, kazma ve sopası olmayan pençeleriyle Moskofun gırtlağına yapışıyordu. 

YARIN: NENE HATUN