İslâm alemi, savaş, kan ve acı içerisinde bir Kurban Bayramı’na uyandı bugün. Haritada kimsenin yerini kolayca gösteremeyeceği Arakan’daki soykırım birinci gündem maddesi bizim için. “Bizim için” diyorum, çünkü diğer Müslüman ülkelerin yöneticilerinin gündeminde Myanmar (Burma) gibi bir ülke veya Arakan Müslümanları gibi bir topluluk yok. Bizde de maalesef, uzun süredir devam eden Arakan zulmü, bayram önceleri daha fazla gündeme oturuyor. En son hatırladığım çıkış, Ocak 2017’de İslam İşbirliği Teşkilatı’ndan gelmiş ve “Eyleme geçeceğiz” açıklaması yapılmıştı. Bu kadarla da kaldı. Müslümanların yardım duygularını en önemli “kaynak” olarak gören dernek, vakıf, cemaat ve gruplar, “Arakan müslümanlarına el uzatalım” çağrılarıyla daha çok dolaşıyor ortalıkta. Yardımın tek ulaşabileceği kanal ise Bangladeş...

Arakan’daki Müslümanlar, eski adıyla Yakin Hareketi olarak bilinen Arakan Rohingya Kurtuluş Ordusu adlı silahlı grup yüzünden saldırıya uğuruyor. Grubun ortaya çıkış sebebi Arakanlı Müslümanların sürekli baskı altında tutulması ve vatandaş olarak Burma hükümeti tarafından tanınmaması... Geçtiğimiz ay güvenlik güçlerine dönük kanlı bir saldırı gerçekleştirdi bu grup. Saldırıyı da üstlenen Rohingya Kurtuluş Ordusu, hükümet tarafından “terör örgütü” ilan edildi geçtiğimiz günlerde.

Türkiye, Dışişleri Bakanlığı aracılığıyla, grubun Myanmar ordusuna yaptığı saldırıları kınamış ve “Rakhayn Eyaletindeki sorunların şiddet yoluyla çözülemeyeceğini vurguluyoruz” demişti. Bazı cemaat ve gruplar ise ne yazık ki, Arakan Rohingya Kurtuluş Ordusu’nu “terörist” olarak görmüyor...

İslâm dünyasında yüzlerce yıldır ince hesaplar yapan ve “yapay” bir çok grup oluşturan İngiltere, Arakan’da birdenbire öncülüğe soyundu. BM Güvenlik Konseyi’ni olağanüstü toplantıya çağırdı. Bu çıkışın, dünya petrol yataklarını elinde tutan İslam İşbirliği Teşkilatı’ndan gelmemesi, öncülüğü işgalci İngiltere’ye bırakması ne kadar acı...

* * *

Ortadoğu’da yaşananlara ne kadar da çok benziyor değil mi Arakan’daki durum. Bir dini veya etnik grubun mazlumluğunu sermaye yapan ve silahlı mücadeleyle zafere ulaşacağına inanan bir grup çıkıyor ortaya. Bu grup, gizli ellerin ulaştırdığı silahlar aracılığıyla terör eylemlerine başlıyor. Ardından “terörist” lerin içinden çıktığı etnik ve dini grup “hedef” haline geliyor. Tıpkı, PKK yüzünden tüm Kürtlerin, El Kaide ve DEAŞ yüzünden tüm Müslümanların “terörist” olarak yaftalanması gibi.

Ama hepimiz biliyoruz ki; tüm bu yaşananlar, asrın savaş tekniğini icad edip sinsice uygulayan “dünya krallığı” var birçok olayın arkasında. Yani, “silahı üretip parayı yöneten” ler çetesi...

DEAŞ’ı doğuran, Irak’ta ABD askerleri ile Şii ve Kürt grupların baskılarından kaçarak ülkenin belli bölgelerinde toplanan Türkmen ve Sünni ahalinin “haklı” gerekçeleri değil miydi? O biriken pozitif enerjiyi, en negatif şekilde kullanmak üzere üretildi DEAŞ. ABD’nin Irak’ta kurduğu “terörist üretim merkezi” cezaevinde kurgulanan bir de çakma halife getirdiler örgütün başına.

Suriye’de de iç savaş için aynı mekanizma kullanılmadı mı? “Nasrani Esad ve hükümeti Sünnilere baskı uyguluyor, diktatörce yönetim sergiliyor” diye başlamadı mı Suriye yönetimine karşı propagandalar... Ardından, ABD, İngiltere, Fransa ve müttefikleri eliyle eğitilen, silahlandırılan gruplar, Şam yönetimine karşı “ayaklanarak” iç savaşı başlatmadı mı?

* * *

Tüm bunları neden anlatıyorum biliyor musunuz?

Ne Irak’ta, ne de Suriye’de yaşananlar, Türkiye’nin “belirleyici” olduğu olaylar değil. Bir şekilde içinde yer aldığı ama “figüranı, kısa dönemli lojistikçisi” olduğu bir ülkeyiz biz. Gerek siyasal İslamcılık refleksiyle, gerek Osmanlıcılık ütopyasıyla içinde yer almaktan rahatsız olmadığımız çok büyük bir oyun bu. Masanın “paylaşanları” değil, “paylaşılacaklar” bölümünde yer alıyoruz.

ABD ile müttefiklik, NATO üyesi oluşumuz, BM’nin devre dışı tutulduğu bir “koalisyon” da yer alışımız yüzünden, Suriye’deki gruplara yapılan desteklerin bir bölümünde elbette “aracı” olarak yer aldık. Tedarikçi bazen Pentagon, bazen CIA, bazen Suudi Arabistan ve diğer Vahhabi çetesi üyeleri oluyordu. Ama kullanılan “lojistik” alanın bir kısmı bizim topraklarımızda yer alıyordu. Tıpkı Ürdün gibi...

Şimdi, bu oyunun kurucuları, geçmiş tüm sabıkalarını Türkiye’ye yüklemek için büyük bir kampanya başlatmış durumda. Yapay Katar kriziyle start verilen bir kampanya. Geçen yıl “ABD günah keçisi arıyor” diyerek dikkat çektiğimiz bir süreç bu.

İşte CHP’nin göremediği veya görmek istemediği de tam bu gerçek... “Görmek istemediği” diyebiliyorum, çünkü hedef alınanın sadece mevcut iktidar ve lideri Erdoğan olduğunu düşünerek, siyasi zafer elde edeceğini zannediyor. Ama yanılıyor. Çünkü, hedef sadece Recep Tayyip Erdoğan, partisi veya Türkiye’deki siyasal İslamcı yapılanma değil. Hedef tüm Türkiye... Recep Tayyip Erdoğan, Suriye’de muhaliflere verilen lojistik destekten dolayı uluslararası hukukun hedefi haline gelecekse, önce George W.Bush’un, Tony Blair’in, Henry Kissinger’in falan sanık sandalyesine oturması lazım...

CHP’liler şimdi oturup, “6 ay önce bir başka gazetede manşetten yayınlanmış MİT TIR’ları haberini ısıtıp gündeme tekrar taşımamız neye yaradı?” sorusunun cevabını vermek zorunda. Hatırlatayım beyler; Mustafa Kemal Atatürk, en büyük savaşı içerideki muhaliflerine karşı değil, emperyalistlere karşı verdiği için büyük bir kahraman. Hedefini şaşıranın kendisini vurması kaçınılmazdır.