Bugün kanımızı donduran, ruhumuzu karartan ve gözlerimizi doldurup içimizi acıtan hiç bir şey tesadüf değil. Belki tevafuk diyebiliriz. 

Bir baba, 6 yaşındaki çocuğunu öldüresiye dövebiliyor. Bir anne, kocasına kızıp iki yavrusunu yerden yere çalabiliyor. Bir insan, ağzı dili olmayan bir köpeği, kediyi vahşice öldürebiliyor. Başka bir ülkede ayda yılda bir rastlanabilecek olayları biz neredeyse her gün yaşıyoruz. Her olayda çıta biraz daha yükseliyor ve yüreklerimiz gittikçe nasırlaşıyor ve yaşananları sıradan şeylermiş gibi izliyoruz.

Ahlar vahlar, lanet okumalar, tepkiler ve sosyal medyadan feryatlar bile yeni bir olaya kadar sürüyor ancak. En yoğun tepkinin ömrü 24 saat. Uyanıp yeni bir güne başlayınca, yeni bir "tepki noktası" buluyoruz kendimize ve onun üzerinde tepinmeye başlıyoruz.
"Yaradılanı yaradandan ötürü seven" bir toplum değil miyiz biz? Madem yüzde 99'u Müslüman olan bir ülkeyiz öyle olmamız gerekmiyor mu?

"Yaş kesen baş keser" sözünü, vahşi kâr hırsına kurban edip kütür kütür ağaçları keserken başladık biz cinayetlere. Kimi gecekondu, kimi havuzlu villa yapmak için doğradı kuşların yuvalarının bulunduğu "yaş" ormanları... Gıkımız çıkmadı, hatta bir parça yer de biz kapma yarışına koşturduk vahşice. "Baltalar elimizde, uzun ip belimizde" şarkıları eşliğinde katliamlar yaptık. Cinayete biz, yaş keserek başladık...

* * *

Çaldığımız ormanlık alana ya da hazine arazisine "kaçak" olarak yaptığımız binalarda, bir sihirli kutunun karşısına kelepçelediler bizi. İnsanların envai çeşit şekillerde öldürüldüğü televizyon dizileri hayatımızın vazgeçilmez parçası oldu. Başlama saati yaklaşınca sokaklar boşaldı, evlerimize koşturduk. Kahvelerde iskambil desteleri, okey taşları bir kenara bırakıldı, tavlanın kapağı kapatıldı ve televizyonda kim kimi nasıl öldürecek diye merakla bekleşmeye başladık. 
"Derin işler" anlatılıyordu sözüm ona. Ülkenin karanlık geçmişine, faili meçhullere ışık tutuyordu sözde... Ama bizi, en aydın geçinenimizi bile büyük bir "kumpasa" hazırlıyorlardı, farkında değildik. Bir yerlere bağlı baronlar, baronlara bağlı adamlar, o adamlarla savaşan başka adamlar. Devletin en saygın unvan ve üniformasını taşıyan "kötü" ve "karanlık" tipler... 
"Altı üstü bir televizyon dizisi, neden abartıyorsun" diyenlere, o dizinin kahramanlarından biri ölünce kılınan gıyabi cenaze namazlarını, okutulan mevlitleri hatırlatıyorum. Sizin "dizi" dediğiniz, toplumun çok büyük bir kesiminin algısını yönetmek için kurgulanmış, psikolojik harekatın en büyüğüydü aslında. Bir dönemin eli kanlı "resmi kimlikli" katilleri meşrulaştırıldı, "devletin bekası için" her türlü fırıldak mübah gösterildi. Herkes kendi mahkemesini kuracak, kendi hükmünü icra edecek bir gayrimeşru özgüvene kavuştu.

* * *

Peki ne mi oldu? "Kahraman ordumuza kumpas kuruldu" ama kimsenin gıkı çıkmadı. "Tek Türkiye" uğruna, nice insanlar linç edildi, kişilikleri paspasa döndü, kendisine yediremeyip parmaklıkların ardında mermiye kafa atanlar oldu. Binlerce kilometre uzaktan ifade vermek için gelenler, meçhul bir "kalp krizi" ile can verirken, onları mazgalların arkasına tıkanlar gizli kalmasını istedikleri şeylerin mahkeme salonlarında yankılanması tehlikesinden de kurtulmuş oluyordu. 

Sanal kahramanlara benzer, gerçek tipler ürettik. Onları göklere çıkardık, heykellerini dikmeye kalktık. Altlarındaki zırhlı makam arabalarının bile yetmediğini savunmaya başladık. "Bağırsaklarını temizliyor" dediğimiz toplum, aslında zehirli ishal olmuş tüm değerlerini hoyratça kirletiyor, her türlü mukaddesat en küçük çıkarlara bile alet edilir hale geliyordu.

İster savcı, hakim, avukat olsun, isterse bir din adamı ya da sıradan vatandaş sırta giyilen bir cübbe tüm suçu, kabahatı ve ayıbı örtüyordu. Kafaya takılan takke de kellikleri... Fodullar da muteber insan olarak her türlü makam ve mevkiyi doldurmuş, ellerindeki tespihle fodulluklarını gizlemeyi başarmıştı. Tıpkı daha öncesindeki yıllarda "Laik adamdır, defalarca rakı içtim ben onunla" denilen kifayetsiz tiplerin korunduğu gibi korunuyordu hem kel hem fodullar...

* * *

Ardından başka diziler geldi. Ensest ilişkinin adı "aşk" oldu, zengin erkekle fakir kızın zinasına da "ilişki" dedik. Paraya ve güce kavuşmanın her yolu mübah oldu. Fırsatını bulup "kirli makam ve paraya" ulaşmayı reddedenler de "aptal ve keriz" sayıldı, toplumda yer bulamadı. Hatta onları takdir ediyor gözükenler bile sırtlarına bindi, emeklerini, fedakârlıklarını sömürdü.
En ünlü müteahhidimiz, kızı hatta torunu yaşındakilerle magazin sayfalarının "muteber" tipi olarak girdi gündemimize. Kimse de yadırgamadı. Toplumun en üst katmanlarındaki büyüklerimiz bile "Ne yapıyorsun?" demedi. Eline balta, beline ip verip, başka ormanlara saldı bu "hovarda"ları. Ağaçları kesip, gökdelenler diksin diye.

Merminin ortalığa leblebi gibi saçıldığı, insanların sinek gibi öldüğü, her türlü şiddetin "dava" için mübah sayıldığı bir toplum yarattık el birliğiyle ve "oluk oluk kan akacak" diyenler baştacı oldu. Çocuklara tecavüzü unutturmayanlar için "katli vaciptir" dedik ama, tecavüzcüyü görmezden geldik, "Bir seferden birşey olmaz" dedik.

Velhasıl, kimimiz susarak, kimimiz başını okşayarak bu canavarı hep birlikte büyüttük...