Hepimiz başka bir zamanını seviyoruz İstanbul adlı bu şehrin. Başka başka yıllarını. Belki de hiç birimiz bu anını sevmiyor.  Artık betondan çirkin bir ormanda yaşıyoruz çünkü. Betondan avlularda geziyoruz. Nefes alamıyoruz. Belirsiz bir zamana hükümlü mahkumlar gibiyiz.

Bu şehrin sokakları artık nemli bodrum katlarına benziyor. Ve bizler de nefes alabilmek için kendini sokağa atmış insanlarıyız o bodrum katlarının. Elimizden gelse dışarıda yaşayıp girmeyeceğiz o rutubetin ve nemin içine. Başımızı gökyüzüne çevirip birazcık daha nefes almaya çalışıyoruz. Hepimizin gözündeki mutsuzluk ve korku artık kolayca seziliyor. Nefes almakta zorlanan hastalar gibi ağzımızı açarak birazcık daha içimize çekmeye çalışıyoruz havayı.

Bir cezaevi avlusundaymış gibi yaşıyoruz. Uzaklar ya da ufuk diye bir kavramımız yok atık. Ancak karşı binaları görebiliyoruz. 
Hepimiz başka bir yanını seviyoruz bu şehrin. Vapurlarını örneğin. En çok Sait Faik'in öykülerinde yüzen vapurları. Her binmenizde tarih, romantizm ve  hüzün ile sizi sarmalayan, size her seferinde bir romanın içindeymişsiniz duygusunu yaşatan vapurları. Ama artık bu beton ormanı içindeki vahşi koşumuzda farkına bile varmıyoruz rastladığımız bir çok güzelliğin. 

Şehirlerin sembolleri vardır. Vapurlar da bu şehrin sembollerindendir. Kolaylık açısından ya da kullanım kolaylığı ve ucuzluğu için başka bir şekle dönüşmemeli vapurlar. Sembollerin değişmesi hafızamızın silinmesidir. Benliğinize yerleştirdiğiniz kodlamalar silinirse geriye anlamsız ve sıkıntılı bir boşluk kalır.

Hepimiz başka bir şiirini seviyoruz bu şehrin. Bir gün bir tepenin üzerinden Tevfik Fikret'in Sis şiiri ile sesleniyoruz sana;

''Ey Marmara'nın mavi kucaklayışı içinde
  sanki ölmüş gibi dalgın uyuyan canlı yığın.
  Ey köhne Bizans, ey koca büyüleyici bunak,
  ey bin kocadan artakalan dul kız; ''

birimiz  Atila İlhan'ın İstanbul Ağrısını haykırıyor Galata köprüsünden;
''ulan bunu sen de bilirsin İstanbul
 kaç kere yazdım kim bilir
 kaç kere kirpiklerimiz kasaturalara dönmüş diken diken
 1949 eylül'ünde birader mırc ve ben
 sokaklarında mohikanlar gibi ateş yaktık
 sana taptık ulan
 unuttun mu
 sana taptık.''

Keşke şu içinden geçip gittiğimiz zamanı, içinden geçip gittiğimiz şehirleri biraz daha sindirerek yaşasak. Geçtiğimiz her yerde şiirler bulsak, öyküler anlatsak birbirimize. Nefes alabilsek. Derin derin içimize çeksek yaşadığımız ne varsa. 
Birkaç gün daha bu şehirdeyim. Birkaç gün daha dolaşacağım sokaklarında. Karşıya geçeceğim vapurla. Parklarında, deniz kenarlarında oturacağım. Gözlerimi kapayıp başka bir zamanını düşünüp, özleyip bildiğim İstanbul şiirlerini okuyacağım. Bazen sessizce aklımın içinde, bazen kendime fısıldayarak.

''sana taptık ulan unuttun mu sana taptık''