Uzunca bir süre boyunca bu yazıyı yazmamak için oyalanılacak bir sürü iş; vakit geçirecek bir sürü uğraş buldum kendime. Yazmaya başlasam da içim bu konuda çok rahat değil.  Ama anlatmayı da çok istiyorum.
Anne ve babamı peş peşe kaybettikten sonra ilk fark ettiğim eşyaların insandan daha kalıcı olduğudur. Sevdiğiniz insan bu dünyadan sessizce ayrılıyor ve ondan geriye kokusunun sindiği, elinin değdiği eşyalar kalıyor. Uygun ortamda saklanırsa binlerce yıl sonraya ulaşıyor eşyalar. İnsanın kısacık yaşamına tezat; binlerce yıl sonraya kalacak eşyalar yaşam karşısındaki çaresizliğimizi yüzümüze vuruyor. Yaşamsal acizliğimiz; sevgiyle kurgulanmış incelikler karşısında daha da çaresiz bırakıyor bizleri.
Uzun süren ve yılın yarıdan fazlasını geçirdiğimiz hastane sürecinin sonunda kaybettik annemi. Ölümüne yakın benden ve kız kardeşimden bilezik istedi. Önceleri anlam veremedim bu isteğe; çok da sorgulamadım ve gidip anneme bir bilezik aldım. Çok sevindi. Koluna taktı, durup durup dokundu. Kız kardeşimde aldı. Ancak ölümünden sonra öğrendim vasiyetini; meğer bekâr olan dört torununa aldırmış bilezikleri ve kız kardeşime vasiyet etmiş bileziklerin kimlere verileceğini. İçimizin yangısı bin kat daha arttı bu vasiyeti öğrenince. Hepimiz biraz daha ağladık gizli gizli.
Eşyaların kalıcılığının insanlardan çok ama çok fazla oluşu sanki kalp kırılması için büyük bir neden gibi. Sizden giden birinin size bıraktığı eşyalarına önce küsüyorsunuz. Sessiz kalıyorsunuz; sonra kabulleniyorsunuz. Sonunda barışıyorsunuz o eşya ile. Babanızdan kalan hırka hem ısıtıyor sizi hem de konuşuyor sizinle. Daha doğrusu o eşya konuşmuyor da zamanın bir yerinde siz o hırkaya bir şeyler anlatırken, söylemediklerinizi söylerken yakalıyorsunuz kendinizi. Ama önünde sonunda; ne olursa olsun insanın gidip eşyanın kalması haksızlık gibi geliyor bana. Bir de ne kadar seversek sevelim hep eksik sevmişiz duygusu.
Yıllarca babanızın kolunda kalp atışlarını hisseden pilli Japon malı saat babanız  gittikten sonra belki bir iki sene daha çalışmaya devam edecek. Duvardaki takvim yaprağı bir önceki günde kalacak. Sizler bunu bilmem kaç gün sonra fark edeceksiniz. Babanızın o yaprağı koparıp koltuğunda  okuyuşu gelecek aklınıza. Aklınız durmayacak. Ne kadar anı varsa tek tek geçirecek  gözlerinizin önünden; siz çiviyle duvara asılmış üç yüz almış beş sayfalı takvimden koparılamamış bir sayfanın önünde dikilirken...
Bir gün bizler de bırakıp gideceğiz buraları. Bizden de bir iki eşya kalacak elbet. İki satır yazı, üç beş şiir; biraz özlem, atlayıp vapura adalara gidişimizin anısı. Bazı ömürler fotoğraflar toplamı gibi. Sahaflarda ya da eskicilerde kutulara doldurulmuş siyah beyaz fotoğraflar görürsünüz; tanımadığınız kadınlar erkekler, çocuklar vardır onlarda. Şöyle bir bakarsınız ve hemen aklınızdan öyküler yakıştırırsınız; işte bizler de zamanın bir yerinde o öykülere dönüşeceğiz.
Yaşam durmadan şaşırtmaya devam ediyor hepimizi. Annemin son arzusuymuş düğünlerine katılamayacağı torunlarına birer bilezik, birer hediye bırakmak. Bunu o gittikten sonra anlamaksa güzelliğini, inceliğini, önemini, naifliğini on binlerce kat artırıyor. Biliyorum elbette; herkesin annesi dünyanın en iyi, en güzel, en tatlı annesi. Tıpkı benim annemin de olduğu gibi.
Bu yazıyı yazıp yazmamakta kararsız kaldım. Dedim ki kendime; içinde bu varsa, bu sabah durup dururken aklına ''bilezik'' sözcüğü gelmişse yazmak zorundasın. Yazdım. 
Ben yazarken akıp gidiyordu hayat. Bir ırmağa yüzümü dönüp; içimden ''ak'' dedim; ''ak ve karış zamanın ruhumuzda iz bırakan geçişine.''
Isınamadığım, beğenmediğim bir geleneği var bazı yörelerin ve insanların; düğün törenlerinde takılan takıları; kimin taktığını duyuruyorlar. Hoş bir eylem değil bence. Annemin torununa bıraktığı bileziği kızımın koluna takarken sadece bunun duyurulmasına izin vereceğim;                                 
''Gelinin babaannesinden bir bilezik.''