Eski Türk toplumunda kadın, Türk ırkının tek bereket kaynağıydı. Hanların, hakanların, cengâverlerin önünde saygı ile eğildikleri bir onur anıtıydı. Türk destanlarında kadın, ilahî bir varlık konumundaydı. Yaratılış Destanında, Tanrı’ya insanları ve dünyayı yaratması için fikir ve ilham veren “Ak Ana” adında bir kadındı. Oğuz Kağan’ın ilk karısı, karanlığı yararak gökten inen mavi bir ışıktan, ikinci karısı ise kutsal bir ağaçtan doğmuş insanüstü varlıklardı. İlk Türk yazıtlarından olan Bilge Kağan Kitabesi’nde Kağan: “Sizler anam hatun. Büyük annelerim, ablalarım, hala ve teyzelerim, prenseslerim...” diye söze başlamaktaydı.

Eski Türk toplumunda kadın, bazen aile reisi ve her zaman Türk evinin direği, erkeğin vefalı arkadaşı, çocuklarının saygıdeğer anasıydı. Yapısındaki analık niteliği ona öyle bir değer kazandırmıştır ki, destanlar onu bir ilâhi varlık, bir dişi Tanrı gibi yansıtmıştı. Yine eski çağlarda kadın-erkek birlikte tahta çıkardı. Ana bilge hatundu. Devletin bilgin ve egemen melikesiydi. Oğulların eğitimi annelere bırakılmıştı. Evinde, çadırında, atı üzerinde kadın erkeğiyle beraberdi.

9. Yüzyıldan itibaren Türklerin kitleler halinde Müslümanlığı kabul ettiği yıllarda, Orta Asya Kavimlerinde kadın- erkek eşitliği en üst noktalardaydı.

Büyük Selçuklu akınları ile Türkler Anadolu’ya girip devlet merkezleri kurduklarında, Türk kadını harem kapatması değildi. Aktif hayatın içindeydi.

Kadınlar, devlet yönetiminde söz sahibi olmuşlardı. Tuğrul Bey’in eşi Altun Can Hatun, Alparslan’ın kız kardeşi Gevher Hatun gibi bir çok kadın askerin başına geçebilmişti. Astronomi bilgini Müneccime Hatun gibi bilgin kadınlar çıkmıştı.

Gerçek inanç dünyamızda da analarımıza, bacılarımıza büyük değer verilmekte. Birer cümle ile geniş halk kitlelerini derinden etkileyen,  haklarında efsaneler, menkıbeler söylenmiş bulunan, her bakımdan örnek kişilik sahibi dört ulu kadından birer cümle ile söz ettikten sonra, Bacıyan-ı Rum örgütünden satır başı açacağım. Çünkü onlar, herkese yardım eden, iyiliksever, gönlü kötülüklerden arınmış, inançlı kadınlardı.

Hz. Fatma, Peygamberimizin kızıydı.  Kadının aşağılandığı bir dönemde alışılmış cahil düşünceleri yıkmış, babasının ve eşinin yanında tarih boyunca iyilikle anılan bir mücadele vermişti.

 Hz. Zeynep ise kadınının cesaret ve yiğitliğinin bir göstergesi olmuştu. Tarihin çok tehlikeli bir döneminde hak ve adaleti savunmuştu.

Hüsniyye; Caferi Sadık’ın yanında eğitim almış, hizmetinde bulunmuş, kendini yetiştirmiş bir kadın olarak yer almıştı.

Kadıncık Ana; kadına karşı gösterilen sevgi ve saygının kaynağıydı. Hacı Bektaş’ın evliya diye bahsettiği bir kadındı. Hacı Bektas Veli Kadıncık Ana’yı her zaman kızı gibi görmüştü.

 Kadıncık Ana her zaman erkekle eşit tutulmuş, hatta Velayet-name’deki bazı bölümlerde, erkeğin önünde yer almıştı.

Kadıncık Ana eşi İdris ile Hacı Bektaş’ın yanına gitmişlerdi.  Kadıncık eşine:

“Sen erkeksin önce sen gir,” dedi. İdris bunu kabul etmedi:

“Önce sen gir,” dedi. Bu şekilde Alevi- Bektaşi düşüncesinde kadının yeri ve önemini, taşıdığı anlamı açıkça göstermiş bulundu.

Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda, Adeta ‘’kellelerini koltuklarına alarak’’ çaba harcayan örgütlerin içinde biri benzerlerinden ayrıydı. Bu Bâcıyân-ı Rûm örgütüydü. 

Hacı Bektaş-ı Veli hazretlerinin yakınında bulunan Fatma Bacı önderliğinde kurulmuştu. Bu kadın örgütü, sosyal, eğitim ve askeri alanlarda kilit roller üstlenmişti. Bâcıyân-ı Rûm, Anadolu’da faaliyet gösterirken o dönem Avrupa’sı, kadınlarını engizisyon mahkemelerinde susturmaktaydı.

Anadolu Bacılarının sosyal yaşamda etkinliklerinin biri de örgütçülük, dokumacılık ve el sanatlarındaki çalışmalarıydı.

 Ahilikte olduğu gibi Bacılar da sanatların gelenek halinde sürdürmüşlerdi. Ahilikte erkeklere ‘’eline-beline-diline sahip ol’ öğüdü verilirken, Bâcıyân-ı Rûm Teşkilâtı da kadınlara “aşına-işine-eşine sahip ol” öğüdü verilmişti. Böylece Osmanlı Anadolu’sunda aile temeline dayalı sağlam bir toplum hayatı oluşuyordu.