49 yıllık yaşamım boyunca gördüğüm tek mucizeden, arılardan söz etmek istiyorum sizlere. Bu günden birkaç yıl önce arıları bildiğimi zannediyordum. Bir sürü kaynak okumuştum arılar hakkında. Belgeseller seyretmiştim. Bir sene öncesine kadar yani bir arı kovanının kapağını açıp içine bakana kadar böyle olduğunu düşünüyordum.

İlk kez bir kovanın kapağını açtığımda çok sevdiğim Abdülkadir Caf ağabeyimin söylediği geldi aklıma. Demişti ki Abdülkadir ağabey; ''imansız biri arıyla uğraşırsa ya imana gelir ya da çıldırır'' bu cümleyi tertemiz inanmışlığı ve naifliğiyle kurmuştu.

Belki sizlere bir gün o sohbetin içinde olduğu geziyi, o gezide tanıdığım daha doğrusu tanıdığımız ve bağrımıza bastığımız down sendromlu Hüseyin'i de anlatırım. Hüseyin'in bir hafta önce öldüğünü öğrendim, onu o gezide tanıyan arkadaşlarımla beraber. İçimiz yandı. Bir süre konuşamadık. Uzun süre hiç ama hiç günahsız ölmenin ne demek olduğunu düşündüm. Cenneti, cehennemi, Hüseyin'in terlemiş sırtına havlu koyan ağabeyini düşündüm. Cenneti kazanmanın ya da kaybetmenin anlık bir durum olduğunu kavradım. Kardeşini böyle seven bir ağabeyin zaten cennette olduğunu. Belki de Hüseyin'in sırtına  o havluyu koyarken kazanmıştır cenneti. Down sendromlu çocukların bu kadar uzun yaşamadığını, çok severek, çok iyi bakarak ömürlerinin biraz uzatılacağını öğrendim o gece. 

Arılardan söz edecektim size ama bambaşka yerlere geldi dayandı konu. Mesela aklımda Cemal Süreya'dan bir dize dönüp duruyor uzaktan da olsa gördüğümden belki de Ağrı'yı;
'' dağ görgüsü kazanır Ağrı'yı bir kez görse de kişi''

Ve Hilmi Yavuz'un doğu şiirleri;

'' acı biziz, biziz yine
   Bir büyük bozguna yol olduğumuz
   artık ne acem bahçesi
   ne acem mülkü
   ne de yaprakla
   örtülü havuz
   bir kaç gün sonbahar ile talan edilip
   su yıkılıp, hüzün çürüyüp
   ve yol sefili dağlarımızdan
   bir ipek uçurum diye devrilip
   sel gittiyse kalan kumuz
   biz bir talanla başladık kendimize
   bundan böyle acının
   ekmek ve tuz
   konaklardan geçer yolumuz''

Yaklaşık on ay önce tanıştım arılarla. İlk edindiğim kovanın kapağını açtığımda hissettiğim duyguları anlatmam imkansız. Binlerce arıyı gördüm. Nasıl çalıştıklarını, aslında filmlerdeki gibi kapak açılınca deli gibi saldırmadıklarını, işlerine devam ettiklerini gördüm. Arıcılığı bana öğretmeye çalışan arkadaşım tadına bakmamız için çıtalardan birinden bir parça bal çıkardı bıçakla. Yüreğim ağzıma geldi. Arıların balını çalıyormuşuz gibi hissettim. Ki hâlâ bu duygudan kurtulduğum da söylenemez. Kovanların kapağını her açışımda bu duyguyu hissetmeye devam ettim. Anlatmayı aslında çok denemiyorum, çünkü bunu başaramayacağımı biliyorum. Bir hafta sonra arı çıtasında bıçakla açtığımız o boşluğu çoktan doldurmuş, tamir etmişti.  

Babam büyük bir merakla bekliyordu ona götüreceğim ilk balı. Nasip oldu. Kovandan aldığım ilk balı babama götürdüm. Çok sevdi. Ve birkaç ay sonra aramızdan ayrıldı. Artık arıların ve balın benim için çok ama çok farklı anlamları var.
Yaşam ve etrafımızda olan her şey bir mucize. Seversek; ama gerçekten, çıkarsız, hesapsız, önyargısız seversek cennet bu dünyada. Arılar da. Bala dönüşen çiçek özleri de. Dünya tatlısı Hüseyin de bu dünyada. 
Karacaoğlan ile bitirelim;

             ''Arılar da konmaz oldu pürene
                  Şükür olsun bu sevdayı verene''

Bundan güzel bir söz olur mu;

               '' Şükür olsun bu sevdayı verene''