Eminim ki soğuk bir kış gününde evinizin kapısından girince sobanın üzerinde kaynayan demlikten yayılan ve sizi içine çeken ıhlamur kokusunu anımsarsınız. En azından benimle aynı yaş grubunda olan kişiler yaşamıştır bu ânı; çok önce seyredilen bir filmden bir sahne gibi. Çok uzak bir geçmişte kalmış öyküler gibi; hep söylediğinden fazlasını anlatan.

O günlerde yani seksenli yıllarda henüz doğal gaz yoktu bu ülkenin hiçbir yerinde. Evlerin çoğu sobayla ısınıyordu. Orta halli bir mahallede beş katlı bir binanın dördüncü katında oturuyorduk. Bütün evler eşyaları ile birlikte birbirine benziyordu. Televizyonları, onların konduğu büfeler aynıydı. Çekyat bile henüz bulunmamıştı ya da moda olmamıştı sanırım. Saat altıda açılırdı televizyon, gece yarısı askerlerin bayrak töreniyle kapanırdı. Hepimiz aynı filmleri seyredip, aynı şarkıları dinlerdik. 
Epeyce uzaktı evim okuduğum liseye.  Ama aldırmazdım uzaklığa yürüyerek gider gelirdim. Yürümeyi severdim ve hâlâ severim.

Çok sorular sorardım o anlarda kendime, çok konuşurdum içimden, cevaplar arardım. Büyüdüğümü fark etmeye başladığım anlardı. Yıllar sonrasında düşündüğümde büyümek fiziksel ya da mantık anlamda değil de içgüdüsel bir eylemmiş gibi geliyor o günlerde bana. Ve bir noktadan sonra büyümenin yaşla, akılla, zamanla, mantıkla açıklanamayıp yalnızlaşmayla devam edeceğini fark ediyorsunuz. Yani hayat ya da yaşam dediğimiz bizlere verilmiş bu muhteşem armağanın içindeki yolculuğumuzda büyümek hiç bitmiyor.

Ne yaparsanız yapın bazı cevapları yaşamadan öğrenemiyorsunuz. Yaşadığınız ne varsa, başınıza gelenler bulduğunuz tüm anlamları, tüm cevapları yeniden ve yeniden kurguluyor. Uzunca bir yolu yürüyüp evinize ulaştığınızda sizi karşılayan sıcaklığın, sizi karşılayan ıhlamur kokusunun o gün size anlattıkları ile bu gün size anlattıkları ve dimagnıza bıraktığı tat değişiyor. O günlerde farkına varmadığınız anlar ve yaşadıklarınız bu gün sizi huzura sürükleyen hoş bir koku; içinizi sızlatan bir anı, bir gülümseme oluyor birden bire. O günlerde hissedemediğiniz huzuru onlarca yıl sonra o anları hatırlayınca hissediyorsunuz.
Oturduğum koltuğumda yüzlerce kere yürüdüğüm o yolu yeniden kat ediyorum. Bir çok sevinç, bir çok mutluluk, korku, endişe, üzüntüyü üst üste koyarak yarattığım kişiliğimin ve bedenimin içinde yeniden anlamlandırıyorum bir çok kavramı. Değişiyoruz. Hepimiz değişiyoruz. Tıpkı bir deneyde eklenen ve ya çıkarılan her malzemenin sonucu değiştirmesi gibi yaşadığımız her yeni duygu bizi bambaşka bir insana dönüştürüyor. Kendimizi tanımlamamıza yardımcı olan nirengi noktalarında biri ve ya bir kaçı eksiliyor. Yeniden bir isim vererek kendimize; öksüz gibi, yetim gibi başka nirengi noktaları oluşturuyoruz. İçiniz yanarak fark ediyorsunuz bunu. Ayrı yazılmış, gerçekliğinden kopmuş bir cümle gibi.

Büyümek kurduğunuz, kurguladığınız, ilmik ilmik ördüğünüz sizin olan bir gerçeğe dönüşüyor. Sizin elinizde olmuyor bu çoğu zaman. Yaşınız ilerledikçe ne içgüdüsel büyüme kalıyor ne de el yordamıyla bulduklarınız. Hayatın gerçekleri hırçın dalgalar nasıl şekillendirirse kayalıkları ve kıyıları öyle oyuyor yüzünüzü.

Anımsamanın bu noktasında yedi numaralı dairenin kapısından  yeniden ve yeniden giriyorum içeri. Sıcak. Huzur. Ihlamur kokusu. Annem. Ne zaman içimden ''anne'' desem çektiğim acıyla birlikte yüzüme yayılıyor ondan öğrendiğim gülümseme.

Bilmiyorum ki dünyanın başka başka yerlerinde, başka ülkelerinde insanlar bizim gibi güzel acı çekip, bizim gibi güzel özleyip, bizim kadar güzel sevip, bizim kadar güzel mutlu olabilir mi? Otuz beş yıl öncesinde o yolu yürüyen çocuğa baktığımda aklımdan geçen bunlar. 

Her gün gelip duruyorum yedi numaralı dairenin kapısında. Bekliyorum. Bekliyorum. Bekliyorum. Zili çalamadan dönüp gidiyorum.
Anneniz sizi bu dünyada bırakıp gitmeden fark etmiyorsunuz gülümsemesinin ıhlamur koktuğunu.