Dostluk, vefa ve hatır unutmasak da anlamını anlamsız bulmaya başladığımız kelimeler arasında yer aldı.  Ne güzeldir deyimimiz: “Tuz ekmek hakkı”. Ne güzeldir o atasözümüz: “Bir acı kahvenin kırk yıl hatırı var.”

Her atasözünün bir öyküsü var. İstanbul Ansiklopedisinde Reşat Ekrem Koçu’nun naklettiği öykü, Yemiş İskelesinde kahvecilik yapan yeniçeriyle ilgili.  Aynen aktarayım:

“…. Bu adamın bir gün kahvehanesine bir yeniçeri gelip,  – Hey arkadaş! hep müşterilerine birer kahve yap, lakin şu kafire yapma, demiş. Kâfir dediği de bir köşede oturup nargile içen bir Rum gemi kaptanı imiş.  Ama hiç şüphesiz ki o zaman gözü açık, birer kahve yapıp vermiş. En sonra da iki kahve yapıp:

 ‘ Kaptan, biz de seninle içelim;’ diye Rum müşterinin yanına oturmuş. Yeniçeri,  – Heeyy! Ben sana o kafire kahve yapma diye tembih etmedim mi? deyince kahveci de:

‘ kaptana yaptığım kahve senden değil, ocaktandır ağa!’ cevabını vermiş.

 Aradan zaman geçmiş. Sisam adasında büyük bir isyan baş göstermiş. Kahveci de yeniçeri ocağında kayıtlı asker olduğu için adaya sevk edilmiş. Askerin arasında suyu bulduğuna göre Sisam’da asi olan Rumlar, ele geçirdikleri Türk esirleri bir meydanda müzayede ile satarlar, arttırıp alan da hemen boğazlayıp kesermiş. Müzayede ile esir satmaktan kasıtları da, isyan hareketini beslemek için bir nevi yardım toplamakmış. Gün gelmiş, yemiş İskelesi’nin kahvecisi de Rumların eline esir düşmüş ve diğer esirlerle birlikte o meydanda satışa çıkarılmış. İstekliler kaç kişi ise karşılarına dizilmişler, bekleşirler imiş...O sırada tepeden tırnağa silahlı bir Rum gelmiş. Bunları gözden geçirdikten sonra bir iskemleye oturmuş. Müzayede de başlamış. İlk, bir paradan başlarlarmış. Bir can da beş paraya, on paraya kadar çıkarmış. Sıra kahveciye gelince iskemlede oturan o silahlı adam yekten,

 ‘Beş kuruş!’ diye bağırmış.

 Arttıran olmayınca da esiri alıp bir muhafız nezareti altında şehirden çıkarmış. Zavallı kahveci, ‘Beni beş kuruşa aldığına göre kim bilir ne gibi işkencelerle öldürecek.’ diye düşünürken, ıssız bir yerde o silahlı Rum:

 ‘Korkma, demiş, sen beni tanımadın ama ben seni tanıdım. Hani bir yeniçeri bana hakaret ettiği zaman sen onu dinlemeyip bana kahve ikram eden yemiş İskelesi’ndeki kahveci değil misin?’ Kucaklaşıp öpüşmüşler.”

Evet bu öykülerden ibret alabilsek. Birçok şaire mal edilen ama işin doğrusu laedri haline gelmiş beyitlerimiz var. Bir kaçını aktarayım:

“Kırk yılda bir avrat lafına bak,

İç bol köpüklü kahveni keyfine bak

Ehli keyfe keyf verir kahvenin kaynaması

Eşeği yoldan çıkarır sıpanın oynaması

Ehli keyfe keyfi verir kahvenin telvelisi

Herifi baştan çıkarır kadının cilvelisi

Gönülleri oynaşta akılları beş karış havada

Kızlar kahve kavurur cıngıldaklı tavada

Kahvenin ana yurdudur yetişir Hint’te Yemen’de

Anadolu da kavrulur çekilir altın değirmende

Kahveyi bol köpüklü yapmış oturur karşımda yâr

Bir fincan kahve içirmenin tam kırk yıl hatırı var

Baktıkça hep haz alırım yârim senin yüzünden

Hadi bir acı kahve yap da içeyim kibar elinden

Yazımıza bir öykü ile başladık, bir öykü ile bitirelim:

“İki âşık evlenmeye karar vermişler. Romantik bir tekliften sonra bunu ailelere açmışlar... Erkek tarafı kız evine gitmiş... Allah’ın emri, Peygamberin kavli girişlerinden sonra, gelin adayı kızımız kahveleri dağıtmaya başlamış...

 Erkek o esnada somurtkan ve sert duruşu ile dikkat çekmekteymiş.  Herkes kalkmak için toparlanırken, kız aşık olduğu müstakbel damadın kahveden hiç içmediğini görmüş. Yanına yanaşıp herkesin ortasında:

‘Kahvenden bir yudum bile almamışsın. Korktun mu beni kırk yıl sevmekten,’ demiş.”