ABD, 11 Eylül 2001'den bu yana başlattığı Ortadoğu ve Asya'ya yayılma projesini sürdürüyor. Başkanlar değişse de, ülkenin derin dehlizlerinde hazırlanmış politikalar değişmiyor, sistem tıkır tıkır işliyor. Merkezi hükümetleri zayıflatarak terör örgütlerine hakimiyet alanları yaratma projesinin içerisinde Türkiye'nin de olduğunu biliyoruz. Her ne kadar bir dönem böbürlene böbürlene bu projenin "eş başkanlığı"nı yapmış olsak da, şimdi hedeflerden biri olduğumuz net bir şekilde ortada. Ahtapotun kolları, ayrı ayrı alanlardan Türkiye'nin etrafına ördüğü çemberi daraltıyor. 

Başkan Trump'un "PYD'ye artık silah sevkıyatı yapılmayacak" sözü verdiğine dair açıklamaların daha mürekkebi kurumadan, Pentagon sözcülerinden Eric Pahon, DEAŞ'ın askeri olarak tamamen bitirilmesi için SDG'ye verilen desteğin süreceğini açıkladı. Trump mu yalan söyledi, yoksa bize "Trump söz verdi" diye yalan söyleyenler mi oldu hiç umurumda değil. 

Benim bildiğimi, Trump'un sözlerine bel bağlayanlar da biliyor. ABD'de başkanlar sadece vitrindir. Herkes ABD başkanlarını izlerken, ülkenin iç ve dış dinamiklerini yöneten "ortak akıl" yoluna devam eder. Bu istikamete, belirlenmiş politikalara karşı çıkan kim olursa olsun ona da bir bedel biçilir. Tıpkı ABD'nin karanlık bir suikaste uğrayan başkanı Kennedy gibi...

O yüzden, hâlâ Trump'a fazlasıyla bel bağlayanlara hayret etmemek mümkün değil. Bunun tek izahı olabilir: Varlığını ve gücünü ABD'nin örtülü desteğinden alanların genlerindeki kullanışlı aptallık... 

* * *

ABD'de başlayan Rıza Sarraf yargılaması konusunda her kafadan bir ses çıkıyor. Büyük onurlar bahşedilen, hatta önüne yatmaktan öte neredeyse devlet nişanı verilecek kadar önemsenen bir "dünkü veled"in o davada "tanık" olduğu mahkeme safhasında resmen netleşmiş oldu. Rezza Zerrab'ın (siz Rıza Sarraf demeyi de tercih edebilirsiniz) FBI ile Türkiye'deyken anlaşma yapıp, ABD'nin güvenli kollarına kendisini teslim ettiğini, ona çok güvenenler de kabullenmeye başladı böylelikle. 

Rezza Zerrab olayını iç siyaset malzemesi yapınca karşımıza farklı bir manzara çıkıyor, uluslararası ilişkiler çerçevesinde değerlendirince farklı. Çünkü, herkes olayı işine geldiği yerinden tutuyor. Hiç biri doğru değil. Daha doğrusu "tam gerçek" bize anlatıldığı gibi değil. Ne hükümet yetkililerinin anlattığı gibi, ne de muhaliflerinin "yıpratma kampanyasında" söyledikleri gibi...

"Peki o zaman gerçek ne?" diyorsunuz haklı olarak... Öyle bir kaç yazıyla anlatılabilecek kadar "yalın" ve "net" değil ki, burada anlatabileyim. Bu konuda kitap yazabilecek kadar "yetkin" olduğuma inanıyorum. Ne FETÖ'cü bakış açısıyla, ne ABD'ci, ne "komplocu" ne de "biatçı" bakış açısıyla bakmadığım için olayın bütünü kavrayabiliyorum. Gözümüzü körleştiren, beynimizin bir bölümünü ipotek altına alanların hepsi bize istediği kadarını gösteriyor.

Olay tam olarak "Kılavuzu karga olanın..." olayıdır. "İnsanın kendisini en güvende hissettiği an, en zayıf olduğu andır" olayıdır ve aynı zamanda "burnundan kıl aldırmama" olayıdır...

Bu kadarla yetinelim şimdilik. Tarih yazıcılara yardımcı olacağımız bir iklim yok çünkü. Zehirli, sisli ve hatta kahpe bir ilkimin tam ortasındayız. Hiç kimsenin kirli değirmenine su taşımadım bu zamana kadar, yine aynı çizgimi koruyacağım.

* * *

ABD, 2001'de start verdiği, 2002'de Türkiye'yi yönetenleri de partner seçtiği bir projenin ekseninden kaymasını istemiyor. Ortadoğu'da "taşeronlar" eliyle kalıcı olmak, ekonomik olarak hızla çıkmaza giden sistemini besleyecek kaynakları elinde tutmak istiyor. 

Başta Çin olmak üzere, Rusya, İran gibi "köklü" ülkelerin istikameti, bu projenin önünde engel. Türkiye'nin Büyük Ortadoğu Projesi'nde rolü değişti. Artık "partner" değil, hedef...

İşin acı tarafı, Türkiye'nin bugüne kadar "partner" hatta "kardeş" gördüğü, fazlasıyla güvendiği, işi "ortak ordu kurmaya" kadar vardırdığı ülkeler de ABD'nin başı çektiği şer cephesinin içinde. Tıpkı, 1. Dünya Savaşı'nda yaptıkları, ecdadı sırtından hançerleyip Lawrence'nin kuyruğuna takıldıkları gibi...

ABD'deki olay da, diğer yaşadıklarımızda "FETÖ'nün işi" diye geçiştirebileceğimiz kadar basit değil. "FETÖ, ABD yargısına da sızmış, senatoya da sızmış, Beyaz Saray'a da sızmış"la giden bir bahaneler zinciri, her şeyden önce ABD'nin maşalarından birini insanların gözünde çok büyütmek ve hatta "yenilmez güç" gibi göstermek değil mi? FETÖ'yü "küresel çetenin Türkiye'ye karşı kullandığı karanlık organizasyonlardan biri" olarak değil de, ABD'ye bile hükmedebilecek güçte bir "devletler üstü teşkilat" olarak göstermek de, FETÖ propagandası değil mi?

Bence öyle... 

Sorun çok, çözüm zor ama imkânsız değil. Ama, hâlâ kendi içimizde düşmanlar üreterek ve birbirimizi hedef tahtasına koyup, küçük hesaplarla büyük yalanlar üzerine hayaller pazarlamaya devam ediyoruz.

Siz, kimin, nerede, ne kadar parası olduğunu ve o paraların nasıl oralara gittiğini, kaynağını sorgularken, oy vermesini bekledikleriniz cebindeki eriyen paranın derdinde. Borç batağında hacizlerle boğuşuyor, üç kuruşluk emekli maaşıyla evinin bacasını tüttürmeye çalışıyor. 

Dönüp dolaşıp yine "kılavuzu karga olanın..." noktasına geliyoruz farkındaysanız.

Bilmem anlatabildim mi?..